21 Aralık 2011 Çarşamba

21 Aralık 2011

21 Aralık.. Bu en uzun gecelerde, ne kadar uykum olursa olsun, hiç uyuyamıyorum.
Hep şafağını görüyorum bu gecenin, her sene ama.
İçimin bir yanı belki de bunu deneyimlemeyi seviyor, en uzun gecelerin bile, muhakkak sabaha varacağını.
Şafağın mutlaka sökeceğini..
Teoride bunu zaten biliyorum/uz. Biliyoruz. Fakat deneyimlerken, o nefesi almayı unuttuğun an, teorini de unutuyorsun zaten.
Şimdi artık yeni enerji zamanı, git gide, her gün biraz daha fazla, değişiyor. Ve evet, her gün biraz daha fazla akışta oluyoruz, ''gece''lere girdi isek şafağı izlememiz daha çabu oluyor.
Düşersek, daha çabuk kalkıyoruz yani.
Arayanların evrenleri ile aramayanların evrenleri farklı imiş.
Bu yazdıklarım çok az insanın yüreğine dokunabiliyor biliyorum, aynı dünyada, aynı şehirde ayrı evrenlerde yaşayabiliyor insanoğlu. Biri arar, biri aramaz. Biri ötesini merak etmiştir, biri etmez.
Aslında, bence, ikisi içinde hiç bir şey fark etmez. Hiç ama. İkisinin de yolu pekala.

21 Aralık ''arayanların '' daha çok fark ettikleri bir enerji ile kuşanmış bir gün.
Sanki bir amazon savaşçısı, dişi bir savaşçı, tüm kudreti ile karanlıkla savaşıyor, ve malum sonuç: savaş uzun sürse de, muzaffer ışık oluyor.

21 Mart'ta başlayan bir döngü, nihayetleniyor. O zamandan beri yaşananların dökümü yapılıyor, eleklere konuluyor şöyle bir çalkalanıyor, taş mı kaldı, attın attın, atamadın geçmiş olsun, seneye kısmetse.

Geçen sene bu akşam, Merve'yle çok eğlenmiştik, her tarafı gezmiştik, Galata kulesinde uzun uzun tefekküre dalmıştık, sohbet etmiştik, derinine dalmıştık, konuştuğumuz şeyler ne kadar farklıydı, bugün çok farklı.

Hayatlarımız inanılmaz değişti. Arnavutköy'de akıntı burnuna uzun bakmıştık, bırakmak istediklerimizi bırakmıştık boğazın en kuvvetli akıntısına, dileklerimizi salmıştık oradan evrenin göbeğine..

Nişantaşında, büyük ağacın önünde kocaman ''kalp '' önünde durup gülmüştük. Kalpte olmayı dilemiştik sanırım, olduk da sonrasında.

Bugün, hiç planımda yokken, yine atladık gittik, bir yerlere. Bu sefer Merve yoktu, çünkü artık ayrı şehirlerde yaşıyoruz :) O akşam Nişantaşında Pronovias'ın vitrinine bakmıştı Merve, planında da yoktu hiç Pronovias'la alakalı olmak fakat 7 ay sonra o hiç planda olmayan giysinin içindeydi, oynuyorduk düğünde :)

Hayat çok beklenmedik sürprizlerle dolu.
O gece de, bu gece yaptığım gibi oturup hesapları kapatmıştım.
O gece aklıma dahi gelmeyen, unutulmuş, dibe itilmiş, üstü örtülmüş ne çok hesabım varmış meğer, bu sene farkettim.
O gece aklıma dahi gelmeyen, ''imkansız '' diye düşündüğüm kimlerle barışmışım, kimlerle tanışmışım, ne ''işin bir de bu yanından bak '' ları öğrenmişim...

Hayatı planlayamıyoruz. Ama bırakabiliriz. Etekte taş mı var, bırak. Geçmişin hayaletleri mi var, bırak.
Kalpte düğüm mü var, bırak. Bırak çözülsün.
''Öteye '' geçmene engel zihin kalıpların mı var, alaycı entelektüelliğin mi var, ''bir daha asla üzülmeyeceğim '' diyen zırhların mı var, ''güvenli alanının '' dışına çıktığında çın çın öten seni tedirgin eden alarmların mı var..
Bırak..

Olmazları olduran da insan, onmazları onduran da.
Tutunduğu şeyin bir illuzyon olduğunu farkedince üzülen de insan, ondan özgürleşince kuş gibi rahatlayan da.
Kalbinin içine bir bakıverince, çoktan kapattğını sandığı bir hesabın, aslında orada gizlice hala kanadığını gören de insan, görüp şaşıran da.. o yarayı şifalandıran da insan.
''Çok cool '' görünen yanlarının, hatta memnun olduğu yanlarının, hatta başka insanlara '' awesome '' gelen yanlarının; sadece ''şifalandır beni '' diye bas bas bağıran bir yara olduğunu farkedince şapşallaşıveren de insan, senelerin ''tarzımı biliyosun '' kimliğinin sahte olduğunu görüverince, ''nasıl bırakılır ki şimdi bu '' diye düşünen, belki bırakırken bile biraz üzülen, ama bırakmaya başladıkça ferahlayan da aynı insan.

Dost meclisinde çok sevdiğimiz bir şarkı vardır; '' yok biiir sitemiiiim hayatta her şeyy kısssmet '' der güftesi.
Aslında, ben ''hayatta her şeyin bir seçim '' olduğuna inanmak ne kelime, biliyorum.
Bilincinle değilse, yüksek şuurunla, bilinçaltınla, bir şekilde seçiyorsun işte.
O yolu yürümedinse, yürümedin işte. Seçmemişsin.
Bu güzel gecede de;  kapanmayan çemberlerimi kapamaya, atamadığım yükleri de atmaya, yeniye adım atmaya, yeni enerjide iki ayağımla birden durmaya niyet ettim.

Bağcıyı dövmemeye :)









2 Aralık 2011 Cuma

İlişkilerde ''Zafer ''

Bazı ilişkilerde, ''zafer '' kadınındır. :)
Ortada sadece ve sadece ''ilişkinin yürümesi '' gibi normal bir şey vardır ve nedense bu ''ilişkinin yürümesi '' dünyanın en büyük savaşının kazanılmasıymışcasına gurur verir ''muzaffer '' kadına.
Çok enteresan.

Genelde gözlemlediğim bir şey var; biten ''aşk '' ilişkilerinden sonra, kadınlar şu cümleyi ve çeşitli varyasyonlarını çok kuruyorlar : '' ben ona değil emeğime üzülüyorum, ben kendi emeğime acıyorum ''

''Vermeyeydin o zaman o emeği '' demezler mi adama, diyorlar zaten herkes rahat olsun :)

Eril enerji ve dişil enerji nasıl çalışır, ikisinin arasında nasıl farklar vardır, aynı enerjinin iki ayrı kutbu aslında da; denge nasıl bozulur biraz bilmek lazım belki de.

Çok temel, çok basit bir prensip var bir kere : '' Eril enerji verir, dişil enerji alır ''

Bu en temel prensip çok örneklenebilir; çok geliştirilebilinir, ve bu unutulmaz ise o denge sağlanabilir.

Sonra ne ''vay benim emeklerim '' diye ağlayan kadınlar, ne ''vermeyeydin emeği bana ne '' diyen adamlar...

'' Bir gün adam olacak '' düşüncesi sakat, hem kadın için hem erkek için. Hiç kimse bir gün ''adam olmaz '' , senin karşı tarafla bir işin yok güzelim, tek ''adam olacak '' sensin yani. Heykeltraşlık güzel zenaat , bir insan için uygulanacaksa da, kendinden başkası üzerinde deneyen, eninde sonunda üzülür. Eninde sonunda.

Bir adam, kendi içsel dengesini oturtmuşsa; zaten '' emek verilsin kendine '' istemez. Sabır gösterilsin, anlayışla karşılaşsın , destek verilsin, yoldaş olunsun belki, ama ''emek verilsin '' de söylenmeyen altı çizilmeyen örtülü olan şeyleri istemez.

''parası yoktu ben verdim, kartları borç içindeydi ben ödedim, kılığı kıyafeti tam istediğim gibi değildi, ben rehberlik ettim; saçına yeni biçim verdirdim, oturmayı kalkmayı bilmezdi ben öğrettim, surat asa asa futbol izletmedim, sabahları kalkamazdı hep ben uyandırırdım, arkadaşları it kopuk idi ben açtım aralarını ''

asla emek değil benim gözümde de, enerjisel düzlemde de.

Sen o adamı istememişsin güzelim. Sen karşılaştığın bir insanın kendini nasıl ifade ettiğine, oluşuna saygı göstermemişsin sen onu kafandaki adama çevirmeye çalışmışsın. Kimbilir hangi dinamiklerle, ona ''tahammül etmişsin '' , ''kusurlarını '' düzeltmeye çabalamışsın, kendine dönüp bakacağına uğraşacak başka bir şey bulup onla oyalanmışsın, enerjini ona vermişsin, gücünü ona vermişsin, eh ancak ite kaka yürür böyle, yolun sonunda '' emeklerine ağlarken '' bulmuşsun kendini.

Sen baştan alma-verme dengesini bozmuşsun. Her insanın içinde iki kutup var. Herkesin içinde hem eril-hem dişil enerji var. Sen kendi içindeki dişil enerjiyi ezmiş, bastırmış, karşındakinin erilini ezmiş sindirmiş, içindeki eril ile karşındaki erkeğin dişiline oynamışsın.

Er geç bozulur o büyü.

Pek çok kız arkadaşıma senelerdir söylediğim bir cümle var, kendime de zaman zaman; '' sorun onda değil, sorun senin ona numaranı verdiğin anda ''

Dışarı ile olmamalı işimiz, daima kendimizle olmalı.
Herkesin yolu, seçimleri, hoşlandıkları, yönelimleri farklı.
Herkesin her seçimine saygım var.

Tıpkı bedenini tanıdığın gibi, hangi yemek midene dokunur, hangi çiçeğin tozu allerji yapar, hangi ortamın havası ciğerini tıkar bildiğin gibi, kendini tanımalısın.

Ruhuna ne iyi gelir, nasıl kadınlardan/erkeklerden hoşlanırsın, sana nasıl davranılsın istersin, daha kendi ayakları üzerinde duramayan, attığı adımı güvenle yere basamayan birini mi istersin başka türlüsünü mü ?

Telefon numaralarımızı ona göre verirsek, sanırım hiç birimiz sıkıntı çekmeyiz.

''Yalnız '' kalmamak adına, var oluşuna saygısızlık ederek birini yanımızda tutmaya zorlamayız belki.
''Ego''muzun sesiyle hareket edip '' inat ettim ulan ya sevecek beni ya sevecek '' demeyiz belki.

İlişkilerin doğasına, insanları karşılaştıran mucizevi güce, hayatın çok yönlülüğüne saygı duyup her karşılaşmayı '' benim olacak fıstık, binicem üstüne vurucam kırbacı '' modunda değerlendirmeyiz belki de.

Bazı karşılaşmalar karmiktir, bazıları kısa süreli, bazıları uzun süreli. Gelen her insan, kadın olsun erkek olsun, bize bir armağan vermek ve bizden bir armağan almak için hayatımıza gelmiştir.

'' mutlak zafer''lerimize  nesne olmak üzere değil.

O ''mutlak zafer '' hırsının uzun vadede, kimseye yaradığını görmedim daha.
Önce kendin.
Önce sen.
Önce kendi içsel dengen.
Önce kendi içsel barışın.
Önce ''kendi problemlerini çözebilme yetisi ''

Dışarısı o zaman hallolur zaten. Dışarısı içinin yansıması. Dışarısı hep içinin aynası.

''Sevgi '' den başka bir niyet ve amaç ile yola çıktığımız her sefer, ilk benzinlikte lastik şişirir, ikincisinde rot balans ayarı yaptırır, üçüncüsünde yolda kalırız zaten.

Sevgi ile yazdım,
önce kendime şifa ol'sun ! :)





30 Kasım 2011 Çarşamba

Umut Öteler

Umut kelimesini seviyoruz.
Bana hep, hani denizin dibinde yosunlara dolanmış bir insanın, suyun içinden gökyüzüne bakması, o an yaşadığı his gibi gelir ''umut ''.. Belki de küçükken Livaneli'nin ''Gökyüzü Herkesindir '' şarkısını çok dinlediğimdendir.

''bir gün çok bunalırsan
 denizin dibinde yosunlara takılmış gibi
 soluksuz
 sakın unutma
 gökyüzüne bakmayı
 gökyüzü senindir
 gökyüzü herkesindir ''

der şarkı. Nedense ''umut '' denilince benim aklıma gelen tek görüntü bu. Kulağıma da ''umut fakirin ekmeği '' sözü gelir hep :)

Umut öteler, niyet gerçekleştirir.

Umut da bir belirsizlik var, bir ümitsizlik var o duygunun içinde,  ''olmaz ama ya olursa '' hissi var, '' bir umut işte ''...

Bugüne dek neyi umut ettiysem olmadı, neye niyet ettiysem oldu !
Arada  ince bir fark var.

İkisi de pekala pek güzel zaten, fark etmez.
Ne fark ediyor ki zaten :))

Zaman lineer değil, bir şu an var, bir şu an var yani. Geçmiş ve gelecek her an şifalanabilir.
Geçmiş ve gelecek bir illuzyon. Değişebilir.
Şimdi, burada bir niyet edersen, arzunun ateşiyle, ana duyduğun güvenle, gerçekleşecek.
Şimdi, burada umut edersen, yarın da umut etmeye devam edeceksin, öbür gün de.

Umut ederken alttan altta yaptığın o belirsizlik yayını ,o ''olmaz ama, ya olursa bi de olursa.. '' hissi seni sürekli yarınlara taşıyacak. Bir illuzyondan medet umacaksın. Gelecekten.

Karar ver, seç, olsun.

Ya da bırak yani. Bırak. Zorlama.

Hiç bir şeye mecbur değil insan oğlu. İnsan kendinin efendisi. İnsan kendinin üstadı. İnsan bedenden ibaret değil. İnsan işte...

Neyi seçiyorsa o pekala.

Kurban rolunu seçse de pekala, yaşamı yaşamayıp kıyıdan izlemeyi seçse de pekala, manipulasyon yaparak başkalarının enerjileriyle beslenmeyi seçse de pekala, diğer seçenekleri seçse de pekala.

Netice de neyi seçerse onu gerçek kılıyor, buna muktedir bir varlık insan.

Şimdi, şu an, tam şu an..

Ben yeni bir şey seçtim.

İstersen sen de seç, neyi seçersen o pekala zaten :)


24 Kasım 2011 Perşembe

Benim hala umudum var

İnsan anlaşılmak istiyor en basitçe.
Sadece anlaşılmak.. İfade ettiğinin duyulması. Yüreğinin telleri arasındaki satırların okunması..
Sustuğun zaman, huzurla susabilmek. En basiti ''içimden gelmiyor '' dediğin zaman ''içinden gelmiyormuş '' denilsin işte.
Misafirliğe gidersin bazen, et pişirmişler diyelim, diyelim ki aç değilsin, velev ki açsın et yemiyorsun, koyun eti pişirmişler mesela, onu yersen hasta olacaksın, bünyen reddedecek, lokmalar ağzında büyüyecek, hadi yutabildin diyelim gidip çıkaracaksın, yüzün gözün dağılacak gözlerin yaşaracak; ama sana o eti güzelce, iyilikle, iyi niyetlerlerle  ikram eden insan için dünyanın en güzel yemeği belki o koyun eti.. ''nasıl sevilmez, nasıl hasta eder, kokusu bile nasıl mide bulandırır, bünyen nasıl kabul etmez '' anlamıyor.. Çünkü o bildiğini, sevdiğini öneriyor.
Diyelim ki çok yakın bir arkadaşın güzel bir şişe şarap aldı geldi, nezaketten bir kadeh içersin. İkinciyi de içmen beklenirse '' şarap bana dokunuyor '' dersin. Çünkü şarap sana dokunuyor belki. Belki sen daha ziyade ''rakı '' insanısın. O sevdiği için anlamayacak.

Bazen çok basitçe anlaşılmak istiyorum. Et yiyemiyorum, koyun eti yersem hasta olurum. Şarabı herkes sever belki, ama ben içemiyorum. Ne kültüründen anlarım, ne tadını severim, ayrıca mideme dokunuyor.

Hepimizin yolları, bünyeleri, problemleri çözüm metotları farklı.
Diyelim ki ben dağ gibi bir bulaşığı elde yıkarsam temizliğine güveneceğim, sen bulaşık makinasına yerleştireceksin, öbürü tutup tabakları çanakları çöpe atıp gidecek.

Birimiz ayrılık sonrası kendimizi spora vereceğiz, birimiz yemeğe, birimiz ''çivi çiviyi söker '' diye başka erkek/kadınlara yöneleceğiz, birimiz oturup ''ne öğrendim, nerede yanlış yaptım, ne yürümedi '' diye düşünecek. Birimiz ''tohumuna para mı saydım '' diyecek yürürüp gidecek.

Her birimizin yöntemi farklı. Her birimizin içine başka türlüsü sinecek, her birimizin sağlığı selameti için başka bir yöntem iş görecek.

Her deneyimi tek başımıza yaşayamayız, birbirimizden bir şey öğreneceğiz, birbirimize hatırlatacağız.
Deneyimlerimizi paylaşacağız.
Ama yine de, birimizin saçına çok iyi gelen krem, öbürümüzde kepek yapacak.

Bu kadar kolay ve bu kadar çetrefilli.
İkisi bir arada.

Anlamayı, dinlemeyi, saygı duymayı, görmeyi, onurlandırmayı öğreniyorum.
Anladıkça da anlaşılacağım elbette :)

Benim hala umudum var..

20 Ekim 2011 Perşembe

İşte öyle..

Isparta'yı biliyorum ben, çeşitli derecede yakınlığım olan üç genç adam, üç değişik zamanda, orada üç ay eğitim görüp ülkenin malum yerine gittiler, üç ayda ne kadar savaşmaya hazır olabilir genç bir adam, daha dün tavla oynayan; daha dün arkadaşlarıyla muhabbette olan; daha dün annesinin birtanesi, sevgilisinin canı olan gencecik bir adam üç ayda ne kadar hazır olabilir savaşmaya, mental olarak, beden olarak, melekelerin gelişmesi olarak ?

Benim yakınlarım, sağ salim döndüler. Başkalarının yakınları sağ salim dönemediler ama.
''Gülün solsun Isparta '' yazıyormuş orada tuvalette, ilk duyduğumda da içimi acıtmıştı, hala da acıtıyor.

Benden küçük olan; yaşı benden küçük olsa da bana ''abilik '' yapmış olan; üniversiteden can kardeşim gitmişti mesela.Ekmeğimizi, suyumuzu, hadi yalan olmasın şimdi işte arabamızı sigaramızı eğlencemizi paylaştığımız, kardeşim. Bir oda dolusu kendinden büyük adamı karşısına toplayıp hayatımda gördüğüm en büyük gideri,gözümün önünde benim için yapan kardeşim. Adamlığın kitabına her gün yeni sayfalar eklemesiyle meşhur kardeşim. Tabii okulu bitiremedi. Ama benim '' tek ders'' imin kağıdı okunsun diye benimle saatlerce koridorda hocayı beklemişti. Mezun olayım diye bulamadığım notları bulmuştu. Bana sıkıntı verebilecek her türlü olayı benden uzak tutmuştu son sınavlarımda. Kendi okuluna öyle koşturmadı. Sonuç: Kuzey Irak dağları...


İnsanın aklı çıkıyor, çatışma oluyor, habersiz kalıyorsun, 8 şehit vermiştik onun birliğinde bir gün, aklımız çıktı, ağla ağla içim çıktı, üç gün sonra telefonuma bir mesaj geldi '' ben iyiyim ama arkadaşlarım şehit oldular Allah'a emanet olun ''

Geldi, tahmin etmek için dahi olmayı gerektirmeyecek şekilde, farklı bir adam olarak geldi.Çok şükür, canı sağ geldi ama.

Şimdi çok ayrıntısına girmek istemediğim ''yol arkadaşım '' üç ay yine ıspartada eğitim aldıktan sonra, gitti.
Artık ne olduysa orda, sağ geldi ama ''yol arkadaşlığı '' yapmamın mümkün olmadığı kadar büyük bir değişim geçirmiş olarak geldi.
Canı sağ olsun, sağ geldi ama.

Sistem yanlış baştan. Her Türk asker doğmuyor. O bir masal. Baştan bunu kabul etmemiz lazım.
Savaş yanlış bir kere. Olan her savaş, birilerini besliyor. Madden ve manen.
Savaştan nemalanan çok olur. Ölümden nemalanan çok olur.Kandan beslenen çok olur.
Oluyor.

Bu çocuklar şehit oluyor, vatan sağolsun demekle bir şey çözülmeyecek. Önce bir sor o çocuklar neden şehit oluyor. İstihbarat neden çalışmıyor. Daha düne kadar çayı kahvesi ayagına gelmiş adam 2-3 ayda nasıl eli silah tutar hale geliyor da dağlara nöbete gönderiliyor.Bu bile bile lades demek olmuyor mu?

Sen şehit diyorsun, birisi çıkıp ''kelle '' diyor, ''askerlik yan gelip yatma yeri değil '' diyor, kendi evladını 21 güncük askerliğe zar zor kıyabilen adam, bunları diyor.

Şimdi facebookta profil fotoğrafını değiştirip lanetler okusan da enerjin uçup gidiyor başka bir şey değişmiyor. Sanki bir hafta sonra '' @reina '' yazmayacaksın iletine. O profil foton değişmeyecek sanki.

Yapma be. Yapma yani, kendine dürüst ol. Eğer o çocuklar için bir şey yapmak istiyorsan, boş yere ölmesinler istiyorsan, kanları yerde kalmasınlar istiyorsan bir şey yap.

O klişe mesajlardan başka bir şey yap. Sistemi sorgula. Ateşe atma vatanın evladını, insan kardeşini,
20 yaşında ömrünün baharında 2 ayda savaşçı yapılmış olan adamı.
Ölenler geri gelemez, daha sonraki ölümleri engelle.

Benim acım büyük değil mi sanıyorsun, çok büyük. Gözüme uyku girmedi bak, yattım döndüm dolandım kalktım yine.
Benim en büyük ruhsal sınavlarımdan biri '' ötekileştirmek '' ve ''onlar '' la oldu.
Sevmedim sevemedim, sevemedikçe ''defolsunlar yok olsunlar ''istedikçe hayatta hep karşıma çıktılar.
''onlarla bizim fıtratımız bile aykırı '' diye düşündükçe, şivelerine, konuşmalarına, trafikte orda burda o hepsine yapışmış '' benim hakkımı alamazsın '' diye bas bas bağırmayı şiar edinmiş tavırlarına uyuz oldukça karşıma çıktılar.

Daha 3 ay önce işte yine ''onlardan '' biri geldi , geri geri salıverdi arabasını küt diye çarptı bana.
Ben tek başıma bir kadınım, onlar 4 kişi bir de üstüme yürüdü bağırdı çağırdı.

O gün farkettim ''sen bunları yok saydıkça, yok olsunlar istedikçe, defolup uzaaak bir ülkede yaşasınlar diledikçe bunlar senin burnunda bitmeye devam edecekler. Bu şiveyi daha çok duyacaksın. Senelerdir kimse gelip vurmamış arabana, işte bu geldi vurdu bir de indi sen vurduun diye yaygarayı bastıkça basıyor. Bırak artık, bırak, sevme yine istersen, ama bırak '' dedim kendime.

Tekamülümün peşinde geçirdiğim yıllar bana çok net bir şey öğretti.
Değişim önce içeriden gelir. Sorumluluk alacaksın başka çaren yok.
Gidip birilerinden aldığın yardım, sokma akıl gibi, üç gün gider ancak.
İçinden değişmek istemezsen, dünyanın tüm guruları gelse seni değiştiremezler.
Kendi içinde barış sağlamazsan, dışarıda savaş hep olur.
Suçlamayacaksın.
Dışarıyı.
Dışarı da bir şey yok aslında, kendi içinin tezahürü yansıyor.

Önce biz kendi meselemizi düzeltelim yani.
Kendimize bir bakalım.
O çocukları oraya o kadar tedbirsiz nasıl gönderiyoruz, neden gönderiyoruz..

''Dışarısı '' o zaman hallolur zaten.






16 Ekim 2011 Pazar

kazaya rıza, aşka meşk

Yaşam, bir sonraki anın ne getireceğini asla bilemediğimiz bir mecra.
Hayatın içinde hepsi var. Sevinç, neşe, acı, mutsuzluk, hastalık,sağlık. Hepsi var ama.
Hepsi bir başka bizden bize yansıyan deneyimler.

Ruh deneyim ister, hepsi bu.

Biz hayatı seçersek, ama gerçekten..gerçekten seçmekten bahsediyorum, kendimizi sevmiyorsak, nefes almıyorsak, canımızın istemediği şeyleri yapıp duruyorsak, geçmişten gelen bagajları sırtımızda taşıyıp duruyorsak, yeni anlara hakettikleri yeni bakışı veremiyorsak, eskinin süzgecinden bakıp duruyorsak pek de hayatı seçmiş sayılmayız.

Hiç olmadık bir şeyler muhakkak olmuştur. İnsan bu, hiç hesapta yokken aşık oluverir, hiç hesapta yokken düşer kafasını kırar, hiç aklında yokken yeni bir işe başlar, hiç aklında yokken hayatının en büyük acısını yaşar.

Bir şeyi ne kadar yadsıyorsak, ''hayıııır durr gelme '' diyorsak, o oranla gelir yakamıza yapışır. En büyük korkularımız başımıza gelir muhakkak. Dışladığımız şeye güç veriririz.

Bir şeye ne kadar kucak acıyorsak, o da o oranla bize gelir zaten. Demek ki, ''iyi kötü soğuk sıcak '' diye etiketlemeden, ''sen gel sen gelme '' demeden hayatın getireceği her şeye yüzde yüz evet demek lazım.
Düşünmeden çekmek o nefesi.
Çok düşünmezsek hesap kitap yapmazsak an da kalmayı, yaşamayı, papagan gibi onaylamalarımızı yapmadan, beynimizde bitmeyen envanterler çıkarmadan, sadece basitçe yaşamı seçersek zaten ''işler yolunda gider '' :)

Hani herkesin çok bildiği bir kural vardır, bir eğlence için ne kadar çok plan yaparsan, o kadar aksilik çıkar.
Öncesinde ne kadar '' çok eğleneceğim ben o gece '' diye kurarsan kendini, o kadar eğlenemezsin. Aksilikler üstüste gelir, kendine yaptığın o dehşet '' eğlenmeliyim '' baskısı yüzünden ne olsa eğlenceli de gelmez, çıkan aksiliklere, ''yani ben bunun için mi gittim de bu bluzu aldım, bunun için mi şu işimi öteledim, bunun için mi şu arkadaşımı ektim '' diye sinirlenir de sinirlenirsin.
Ama hiç planın yokken, kendini öylesine tesadüflerin eline bıraktığında, genelde acayip eğlenirsin. Hiç beklentin olmadığı için akışa çok rahat uyarsın, özel bir şeyler yapmadığın için gerim gerim gerilmezsin, bir aksilik çıkıverdiğinde güler geçersin.

Bazen ''çok acılı '' bir ayrılık yaşarsın, ''acılara tutunmuş '' yürürken, ''karşıdan gelen hiç tanımadığın birinin çok güzel gözleri gözlerine kilitlenir '' sonra haftalarca ''karşıdan gelirkeeeeen gülümsedii anidenn '' diye şarkı söylersin. O ''çok acılı '' ayrılık, ''evrende her şey bir nizam denge içerisinde '' ye dönüşüverir.

Gayet sinirle kuaför koltuğunda oturmuş saçlarını ördürürken; bir kaç saat sonra o örgülere belki de hastası oldugun ünlü bir futbolcu ''ne güzel '' diye dokunacak bilemezsin.

Heyyooo diye sevinçle koşarak merdivenden inerken uçarak bacagını da kırabilir insan. Bir saniye öncesinde bilemezdin ama.

Hayat sürprizlerle dolu.
Sürpriz '' iyi '' ya da '' kötü '' etiketiyle gelmiyor insana.
Genel ruh haline, hayatı kabul edişine, nefesinin derinliğine, alttan alta yaptığın enerjisel yayına, -lanet olası karmaya ya da öyle karmaşık bir başka şeye - enerjiyi ne kadar özgürce yaydığına hayatına, benim de bilmediğim pek çok dinamiğe göre şekilleniyor.

Bunun için ''her şey aynı '' düşüncesinden çıkmanın, eski yükleri omuzlardan atmanın, beklentiden uzak durmanın,  ama en önemlisi hayatı oldugu gibi bütünüyle kabul etmenin işlevselliğine yürekten inanıyorum.

Penceresi açık olmayanın odasına hava, perdesi kapalı olanın odasına güneş girmez.

Hayat işte, bazen sinekler de girer o odaya, bazen güneş fazla kamaştırır insanın gözünü.

Kaza olunca rıza, aşk olunca meşk lazım o vakit. :)


12 Ekim 2011 Çarşamba

Dolunay defterleri kapatırken :)

Evren dolu çekmeceleri sevmez.
Yeni bir şeyler istiyorsan, eskiyi bırakacaksın. Frekansın artık uymuyorsa; oradan ayrılacaksın. Hayallerinin gerçekleşmesinin önünde duran engelleri yıkacaksın. Belki zor olacak- genelde zor olur- ama yapacaksın.

Çok bilinen bir söz var; ''evren boşlukları sevmez '' diye;  ki gerçekten sevmez; ancak bırakma kısmını ve bu sürecin sancılı olabileceğini çok da konuşmuyor gibiyiz. Önce o boşluğu açacaksın ki; evren istediğin şeylerle doldursun. Hep söylerim, evrenin ölçü birimi bizimkine uymaz. Sen '' çok mutlu olayım '' diye dilekte bulunursun ve dilekte bulunduğun an zihnin ''çok mutlu olmak '' kavramını kendine göre adlandırmıştır.
Mesela, daha çok kazanmak, daha büyük bir araba kullanmak, mevcut sevgilinle Paris'te tatil yapmak vs..

Sonra bir şey olur. Mesela daha çok kazanmayı arzu ettiğin iş yerinde yönetici değişir; yeni gelenle anlaşamazsın, gırtlak gırtlağa kavga etmeye başlarsınız, sevgilinin seni aldattığı ortaya çıkar.

O an  '' başlarım evrenin şarap çanağına, iki kurcaladık her şey darmadağın oldu '' diye düşünebilir insan.
- ki genelde öyle düşünür -

Ama müteakiben, bir farkedersin, bir karşına çıkar ki; aslında o işten ayrılmasaydın asla mutlu olamayacaktın, asla kendin olamayacaktın. Sana çizilmiş sınırların içerisinde, bir gün iyi bir gün kötü, endişeler içerisinde yaşamaya devam edecektin. O vakti kendine ayırmamış olsan, asla kendini keşfedemeyecektin. O insanla çıkmaya devam etsen,  ömrün tükenecekti, dikey beslenmeyi asla bilmeyen sevgilin, senin enerjini tüketmeye devam edecekti, ''çok daha iyisini'' , hiç tanıma şansın olmayacaktı, zaten belki sonra tipi de kaymıştır :)

Bir bakarsın, '' çok mutlusun ''. Saat senin umdugundan farklı işledi ; olaylar farklı şekillendi ama sonuç : evren arzunu sana verdi.

Gecelerce oturup '' kendimi bilmek istiyorum, doğuş amacımı gerçekleştirmek istiyorum , kendimi sevmek istiyorum '' diye dua ettiysen; hayatında bir takım köklü değişikliklerin olacağını bilmen lazım.
Hoş gerçi, insan bilmeden ediyor o duaları ilk başta :)

Hayat amacın '' manavda çalışmak '' değilse , manavdan ve elmalardan ayrılmak elzem hale geliyor.
Bir kere düğmeye bastın çünkü.

Bir de ''daha büyük araba '' vardı, sahi belki onunla kaza yapacaktın :) Belki de daha zamanı gelmemiştir.

Bugün dolunay; bitişlerin, kapanan hesapların, tamamlanan defterlerin günü.

Az evvel gördüm ki; bir şey bitmek zorundaysa, gerçekten bitiyor. Tutunsan da  bitecekti. Yapışsan da bitecekti. Akıntıya karşı küreği kaç saat çekebilirsin ki ?

Eski iş yerimden bir ağabeyle konuştum az evvel; çok uzun zamandır konuşmamıştık, şimdi o başka bir firmada, aynı sektörde ama. Geçen zamanda neler yaptık birbirimize anlatırken; ''çok sevindim mutlu olmana, orada aslında hepimiz çok gergindik, hepimiz çok mutsuzduk, hiç birimiz dayanamadık biliyorsun '' dedi.
Konuşurken, o iş yerinde benim hep istediğim ve cinsiyetimden dolayı alamadığım bir görev vardı ; - erkek egemen bir sektördü - ve o görevi alamadığım için çok geriliyordum; müdürüm sürekli ''sabret, alışacaklar, herkes alışacak buna '' diye oyalıyordu beni, bir yandan iş arkadaşlarım '' kızım vazgeç bu hayalden olacak iş mi, büyük mevzu çıkar, şantiyeye sarışın kız çıkarılır mı, eha sen örgü biliyon mu bakalım '' gibi geyiklerle sinirlerimi bozuyorlardı ; ben tüm bu sinir harbinin içinde göz altlarım morarana kadar herkesten çok çalışıyordum, '' görecekler '' diyordum, gözümü hırs bürümüştü,  bir yandan da '' çok solgun görünüyorsun, yüzüne bir şeyler mi sürsen ne '' diyen yöneticinin karşısında öfkeden ağzım açık kalakalıyordum.

Hem deli gibi çalışacaksın, deli gibi öğreneceksin, işin bile olmayan her konuyu araştıracaksın, üzerine vazife olmayan raporlar hazırlayacaksın, sırf ''kadınım ama ben de yeterliyim '' diyebilmek için , hem de ''çok beyaz '' görünmemek için solaryuma mı gitsen ne ?!

Yani hem güzel eteğin ve güzel çizmelerin olacak, hem kamyon kasasına tırmanacaksın, hem de '' örgü biliyor musun sen ? '' :)

Az evvel, eski iş arkadaşım abiyle konuşurken öyle bir cümle kullandı ki; '' bu sektörde zaten istediğin yere gelemeyecektin, hiç bir şirkette mümkün değil, bu gidip hepsi erkek olan bir takımda futbol oynamak istemeye, yedek kulubesinde senelerce beklemeye benziyor '' anlamına geliyordu.

Net. Bir anda tekrar anladım. - anlayışlar tekrar tekrar olabilir.evren altını çizmeyi sever :) -

Asla mutlu olamayacaktım.

Mutluluk istedim, kendimi istedim ve bolluk istedim.

Sonrası; bu yaz yüzerken geldi aklıma. Evet mutluyum, evet kendime sahibim, evet beynimde dolanıp duran o 40 tilki yok, evet düşünce sistemim tamamen değişti,  evet an'lardayım, şükürdeyim, huzurdayım ve istediğim şeyleri yapabilecek genişlikteyim.
Evren bolluk istediğimizde her zaman zarfla göndermiyor.


Farkettim, sonra bir şeyler daha içtim, müzik dinledim, biraz daha yüzdüm o gün :)

Bugün de bu çember kapansın.

Hamd olsun.



9 Ekim 2011 Pazar

Başlıksız

Yağmur yağıyor; dinmeden,saatlerdir.
Dün gündeme bir cenaze haberi damgasını vurdu, başbakan annesini kaybetti. Ben içimin hiç dokunmak istemediğim bir tarafına dokunup duruyorum, yaşadığım günden beri aklıma hemen her gün gelmesine rağmen olabildiğince az bahsettiğim; olabildiğince az şifalandırdığım acıma. Babamın cenazesi.

Babam her baba gibi muhteşemdi. Gerçekten ama. Çok zekiydi, komikti, eğlenceliydi, dosttu, sinirliydi, hep ordaydı ama, hep yanıbaşımızda. Babamla konuşmadan tek bir gün geçirmedim, kaybedene kadar.
''Benim çocuklarım dünyanın öbür ucuna da gitseler benden uzaklaşamazlar '' derdi, annem makarasını yapardı ''şah damarınızdan daha yakın '' diye.

Babam muhteşemdi gerçekten, bir matematik anlatırdı, aşık olurdunuz matematiğe. Ben o ölene kadar tüm alışverişlerimi onla yaptım, her şeyin güzelinden anlardı; ayakkabıların dikişlerine bakardı mesela. Ayakkabılar deri olmalıydı, dikişi kusursuz. Bana bir saat almıştı, o saati çok begenmiştim, daha burada moda değildi sanırım, sonra çok moda oldu.Babam üzerimize titrerdi, çok sinirliydi ama, siniri hemen geçerdi.

Böbrekli sabah kahvaltılarıyla, derin fikir teatileriyle, bizi hep götürdüğü kitap fuarlarıyla, evimizde aydınger,mürekkep kokusu, bitmeyen geometri çizimleri, bitmeyen test yazımları, bitmeyen matematik fonuyla büyüdük. Bir küçücük aslancıkla. Babası onu çok çok çok severmiş.

''Kalubela '' dan beri beşiktaşlıyım dedi bir gün küçüktüm. Kalubela ne diye sordum. ''Allah'ın ruhları yarattığı ilk an '' dedi . ''Ölünce tabutuma beşiktaş bayrağı örtün, vasiyetimdir '' derdi.. Çok sigara içiyorsun diyene '' genç ölürüm cesedim yakışıklı olur '' derdi, gülerdik hiç aklımıza gelmezdi.
''en temizi kalp '' derdi, ''tertemiz bir öüm '' hiç hasta olamazdı zaten, hasta olmaya dayanamazdı.

Bursa'daydık, Merve'yle evimiz boğdu bizi o gün. Bir gün önce rüyamda birinin babasının öldüğünü görmüştüm, çaktırmadan aramıştık Merve'yle.. İyiydi. O gün boğulduk. Yapacak hiç bir şey bulamadık, sebepsiz. Terasa çıktık, ay dolunaydı. Gece ağladım çok '' niye ağlıyorsun'' dediler. ''Bilmiyorum '' dedim.

Sabaha haber geldi. Dayımın çağrısını gördüm telefonda. O an anladım. Sabah 7, dayım niye arasın ? Anladım. Babam 54 yaşındaydı, sapasağlamdı, ama anladım. ''Baban biraz rahatsızlandı gel '' dedi, anladım ama. Sonrası felaket. Bağırdım çağırdım kendimi yere yapışmış buldum sanırım. Merveyle öyle oturuyorduk yerde, ağlıyorduk. Birileri geldi bizi topladı, arabaya bindik, yalovaya gittik. Yolda çok durduk. Ben sürekli titriyordum. Boynumda 100. yıl atkım vardı, babamın aldığı.
Cenazeden önce vardık. Onlar İstanbuldan gelecekti, Merveyle sahilde oturduğumuzu '' belki şaka yapıyorlardır değil mi Merve '' dediğimi buna gerçekten inanmak istediğimi hatırlıyorum.

Geldiler.Babam bir ambulansla, annem kardeşim. Dayılar teyzeler,amcalar halalar. Eş dost akraba. Çok kalabalıktı. Katıldığım en kalabalık cenazeydi. İnanamıyordum, babamın cenazesinde olamazdım ki. Allahtan merve de sarışın ve tombuldu. Allahtan merve bana çok benziyordu. O kadar çok insan beni öptü ki bunaldım. Bir o kadarı da merveyi ben sanarak öpmüş zaten. Çok korkunçtu her şey, kardeşimin annemin boyunlarında beşiktaş atkıları vardı, babamın damalı atkısı annemdeydi mesela.
Kocaman büyük beşiktaş bayragını çıkardılar, evimize mutlulukla astığımız bayragı, kardeşimin salladığı bayragı babamın son yolculuğunda tabutuna örtü yaptılar. Unutmamışlar diye sevindim, o kadar acının içinde sevinmek de var.Ama öyle bir acı ki, öleceksin sanıyorsun, ayakta duramıyorsun, neye inanırsan inan.

O zaman da ölümün bir son olmadığına sadece perdenin öte yanına geçmek olduguna, yüksek benliğin seçimi olduguna inanıyordum. O zaman da. Ama ayakta durmak zordu her şey zordu. Ölcem sanmıştım.
Yarım öldü zaten o gün orda. Helallik istediler, oysa ömrümü isteseler verebilirdim o an.

Dedemin cenazesinden sonra, babam mezarlıktan dönünce merdivene oturup ağlamıştı hüngür hüngür. Üşür deden orda Işıl bıraktık geldik demişti, kocaman adamdı, ailesi , iki çocugu, kariyeri, aşkla yaptığı bir evliliği vardı. Ama çocuk gibi ağlamıştı, bıraktık geldik demişti. Babası 82 yaşındaydı.

Benim babam 54. Ben ne yapayım ya diye düşündüm belki, sonradan ama düşünecek gibi oldugumda.
Aldılar tabutu gitti, ilk arkadaşım Okan gibi ben de kartal uçtu dedim. Çok korkunçtu ya, hala korkunç.

Hayatta her şey deneyim, biliyorum. Bu benim en korkunç deneyimim. 

Başbakanı sevmem. Dün sevdim sanki. Dün onun içindeki ''şimdi ben napçam '' diye düşünen çocugu gördüm. Bu gece öyle karanlık olacak ki uyuyamayacak karanlıktan bildim. Sabah kalkınca ilk saniye hatırlayamayacak, sonra ağlamaya başlayacak.

Belki o sorumluluk sahibi bir insan oldugu için, koca ülke onu bekliyor, o alışır çabuk.
Ben aylarca bekledim. Geri dönmesini. Anahtar sesini duyunca mesela. Dönmedi. Dönemezler.
Ramazanda ölmüştü babam, ramazan ayından hala nefret ederim. Öyle deme diyorlar, ediyorum kardeşim kime ne. İlk kurban bayramının sabahı annem öyle ısrarla kaldırıyordu ki beni yataktan o zaman kesin döndü sandım. Kesin. Yoksa böyle ısrar etmez ki dedim. Aşağı indim bir baktım yok sofrada, ağladım yine çok. Bayramlardan da hala nefret ederim.

İşte böyle. Arınsın dilerim. Bu anılar, sizi görüyorum ve onurlandırıyorum. sonunda.
Reiki 'yle ilk zamanlarımda '' bununla zaman yolculugu yapılıyor '' diye soru-tespit arası bir şey yöneltmiştim güzel hocam Deniz'e.. ellerim bedenimdeyken geçmiş anılarım canlanıyordu. Girip anıyla konuşabiliyordun. Falan filan uzun bu kısmı. Bu anıma hiç dokunmadım. Geçmişe şifa yollanır mesela. İnat ettim o günlere, o sonrası felaket bir yıla hiç dokunmadım.
Acıma dokunmadım hiç. Bir sürü şifa tekniği öğrendim, bir çok nefesle bırakma.
Hiç bırakmadım. Bugüne dek. Başbakanın gözlerinden süzülen yaşlar, ''artık bırak'' dedi bana.

Ne kadarını bırakabilirsem. Tuttum, her yazdığımın şifalandığına inandığım buraya yazdım.
Akıyor gözlerimden, kalbimde küçük atom bombaları patlıyor sanki, kulağımda bir ugultu. Basınç çok yüksek sanki. Uzun zamandır örttüğüm, sakladığım, şifalanmasın istediğim..

Şimdi aksın dönüşsün isterim. Nefes alıyorum. Dönüşecek biliyorum.
İlgili herkes huzur bulsun. İlgili herkes huzur bulsun.

24 Haziran 2011 Cuma

Doğum günüm '' bana '' geldiğim gündür :)))

Bugün benim doğum günüm;
her gün gibi bir gün, sadece dünya yaşamına adım attığım zamanın sene-i devriyesi. Akşam 20.20 tam olarak :)
İnsan ister istemez bir iç hesaplaşmaya giriyor böyle günlerde, bir seneyi daha devirmişken, ardında kalan zamana bakıyorsun, ben neleri değiştirdim, neleri dönüştürdüm, hayatımda neler oldu bitti bir senenin bitiminde..
Benim için yoğun bir sene oldu, dün gece 12 de ilk telefonlar geldiğinde farkettim ki ;senelerdir 12 de değişmeyen bir telefon geliyor bana, iyi ki geliyor, çok da mutlu ediyor beni.
Ancak arama bekletmelerde çalan ziller hep değişiyor, bazı şeyler bazı insanlar bazı ilişkiler bizlerle beraber açılıp serpildiği, bir birlikte yolculukta olduğumuz için her ne halde isek bizle beraber olurlarken; bir de yolculuğumuza bir süre eşlik edip hayatımızdan çıkanlar, hayatlarından çıktıklarımız var.
Bu ''bir süre '' bir kaç ay'' da olabiliyor  '' 25 sene '' de..

Kendime doğru çıktığım yolculukta, pek çok seçim yapmam gerekti. Özellikle son bir senedir, durdum baktım, ben olmayan,bana zarar veren, benim enerjimi düşüren, frekansımın uymadığı her türlü şeyi farkettikçe, gördükçe kesmeye karar verdim.

''Siz neyle besleniyorsunuz ?'' diyor uno reklamı, ne ile besleneceğimize biz karar veriyoruz aslında, bağlılık bağımlılıkla beslenmemeyi, sadece ve sadece dikey, ruhumdan, kendi özümden beslenmeyi seçtim ne de güzel oldu :)))

Sabah erken saatte bir güzellik salonuna gittim; bir arkadaşım paket programını bana hediye ettiği için normalde benim randevu almayacagım kadar erken bir saat; biraz geç kaldım ama, hiç aldırmadılar, çalışan kızlar beni sevdiler zira çok.
Çay sigara içiyoruz salonun balkonunda, lüks de bir yer, çok çalışanı var, kızcağız sordu '' ya sende ne var, seni herkes çok seviyor burda, keşke her müşterimiz senin gibi olsa.. '' dedim ki; '' kendimi çok seviyorum '' baktı yüzüme sorar gibi, devam ettim mecburen '' yani '' dedim, '' kendimi bir başkasını sever gibi seviyorum, bir başkasına saygı duyar gibi saygı duyuyorum, bir başkasına hayran olur gibi hayranım kendime , kendimi çok çok beğenmiyorum ; bir sürü saçma şey yapıyorum, bir sürü fevri hoş olmayan hareketim var, ancak kendimi bütünüyle, bu huylarla da çok seviyorum, kendini seven insan herkesi sever zaten,insanları seviyorum onlar da bunu hissediyorlar  ''
''Ne güzel '' dedi kız, tam anladı mı onu da bilmiyorum ama anlaması murat olunmuşsa anlamıştır zaten.

''Çok kolay olmadı ,olmayacak dediler, zor oldu, zor oldu, kolay olmadıı '' demişti Itır Esen, Q7'nin imza töreninde, hala gülerim...
Benimki de o hesap aynen '' çok kolay olmadı, zor oldu, ama oldu ''

Bazen 25 senelik arkadaşınla yolunu ayırmak gerekiyor ''kendini seçerken '' , bazen ''can yoldaşım '' dediğin insanla ayrılmak.
Ben geçen sene mumlarımı üflerken '' kendimi seçmiştim ''
Tezahürü bol oldu, hayatımda pek çok şey değişti,
şu yazıyı yazarken bile çalan telefonlardan 4-5 kere bölündüm, yazı bölük pörçük oldu tabii, ama iyi ki de oldu, iyi ki de bu gün vesilesi ile bir şekilde yaşamımı varlığımı onurlandıracak ailem,sevdiklerim,dostlarım var.

Doğum günleri biraz envanter günleri.. Dönüp geriye illaki bakıyorsun; bazen cesaretine şaşırıyorsun, güvenli korunakları nasıl terkedip gittiğine, aslında çok da cesur görünmeyen, naif görünen bir yüzün ardında ne çok cüret barındırdığına, ne çok şeyin üstüne gittiğine, ne çok yol katettiğine  bakıp kendinle gurur duyuyorsun, kendini bir kez daha seçiyorsun, iyi ki benim, iyi ki olduğum gibiyim, iyi ki kendimim diyorsun.

Ne isem o'yum ve ne isem o olmam da yeterlinin bile ötesindeydi zaten.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Kavanoz vs Nehir

Yazmak istediğim, haftalardır çalıştığım konuyu düşününce gözümün önüne, biraz saçma bir görüntü geliyor.
Coşkuyla,kuvvetle çağlayan koskoca bir şelale ve devamında debisi yüksek nehir, nehirin kenarında oturmuş elindeki bir kavanozu suya tutan bir insan.
Kavanoz sanki bizim dünyevi,insani,zihne ait sınırlamalarımız, su sanki aslımız.
Biz aslında çok büyük bir nehirken, '' bir kavanozcuk bana yeter '' diye rahmetin sadece '' ufak bir kısmını '' almaya niyetleniyoruz, bunun için direniyoruz, zorlanıyoruz hatta.
Çünkü koskoca bir nehrin akışına bu kollarımızla ve cam bir kavanozla direnmek zordur.
O su o kavanozu er geç parçalar, o kollar er geç yorulur.
Tuhaf bir örnek oldugunu biliyorum ama bilinçle kavranan bir şeyi aklın kelimeleri ile anlatmaya çalışmak çok kolay değil.
''Kimliği bırakmak '' konusuna çalışıyorum hani, aslında kavanozu bırakmak da diyebilirim kendimce.
İnsanın, sandığından çok öte bir varlık oldugunu, meydan okumaların en kuvvetlisini yaparak,
oldugundan daha az bir şey rolu oynadığını farkedeli çok oldu.
Seviyoruz bu oyunu.
Belirlediğimiz, çizdiğimiz sınırlar var.. Hani sanki uçsuz bucaksız bir arazide, ufacık derme çatma bir klube yapmışız, klubenin bahçe sınırlarını dar tutmuşuz, ekebileceğimiz ağaç sayısı sınırsızken, bir kaç fidan dikivermişiz, onları büyütmeye çalışıyoruz gibi.
O daracık bahçemizin çitlerini boyamaya,cilalamaya, ''idare eder '' hale getirmeye çalışıyoruz sanki.
Oysa çitleri yıkıversek, zaten tahtası kurtlanmıştı artık.
İçten içe tahtakuruları yiyorlar çitleri..
Üstüne kat kat boya çeksek de, bir süre sonra ''idare etmez hale '' gelecek nasıl olsa..

Nasıl olacak bilmiyorum, bunun pratiği, ritüeli, ıvırı zıvırı yok sanırım.
Varsa da ben bilmiyorum.
Bana tek düşen, durumu, algıladıklarımı kabul edip, nefes almak.
Buna nefes alacağım işte.
Nefesimle, hayatıma can vereceğim.

''Evrene sipariş vermek '' diye bir konu vardı, bir kaç sene önce ''Secret '' furyasında çok konuşulmuştu hani.
Tecrube ettim ki, evrene sipariş verdiğin zaman, muhakkak cevabı geliyor.
Fakat evrene sipariş vermek, marangoza yeni bir masa sipariş etmekten biraz farklı işliyor.
''şurası şöyle olsun, burası böyle olsun şu kenarı 80 cm bu kenarı 140 cm ,ağacı maun vs '' gibi ölçüleri evren
'' seni kontrol manyağı, ben marangoz değilim, ne gerekiyorsa o olacak, ne formda tezahür etmesi lazımsa o formda tezahür edecek '' diye yanıtlıyor.

Özellikle son bir kaç senedir '' yeni enerji '' nin dünyaya daha çok daha çok inişi ile beraber bu böyle.

Mesela bolluk sorununu aşmak isteyen ve bunun niyetini evrene yayan bir insan ertesi gün işsiz kalabilir.
Olası ki o iş, onun bolluga açılmasını engelleyen bir tıpadır.
Bunu çok boyutlu özümüz bilir, insan vechemiz bilmez.
'' Şansımı bahtımı öpeyim '' der, sinirlenir üzülür geçer.

Bazen çok büyük cesaretle, oturur '' beslenme-besleme ihtiva eden tüm ilişkilerimi salıveriyorum, artık bana hizmet etmeyen tüm kontratlarımı iptal ediyorum '' dersin..
Bir bakarsın ki, aslında ''öyle olmadığını düşündüğün ilişkiler '' dağılıyor çözülüyor,
''öff bee sıktı bu artık '' dediğin ilişkiler kuvvetleniyor.

Bir bakarsın senelerdir '' çok seviyorum, çok sevdim, çok çok çok.. '' diye tanımladığın bir şey, bir nesne, bir insan, bir ilişki aslında ''öyle değilmiş '' işte..

Bir bakarsın içinin cesur sandığın yanları korkakmış, garantici sandığın yanları cesur.
İnsan her tarafı ışıl ışıl çok kesimli bir elmas gibi.
Bir façetasına bakarak karar veremezsin.
Kendini bir kavanoza sığdıramazsın.

Bir kavanozluk hacmimiz yok, evren de iş bilir bir marangoz değil, siparişle resim çizen bir ressam değil, Picasso gibi bir dahi !!!

''Belimi daha ince çiz, burnumu daha düzgün '' derken, '' gözler ağzında kulaklar ensende '' bir resim bulmak işten değil karşında, ama geleni zerafetle kabullenmek ve çok boyutlu varlığının bir yerlerde yaptığı en yüce seçimlerin sonucu oldugunu bilmek lazım.

İşte öyle bir şeyler...

5 Mayıs 2011 Perşembe

Paşa Gönül

Çok özet aslında, ''paşa gönlümüz her şeyi bilir ''.
Onun yönlendirmesi ile yaptığımız hiç bir eylem, hayırsızlıkla sonuçlanmaz.
Sesini iyi dinlemek gerekiyor sadece.
Çünkü havada çok ses var.
Toplumsal hipnozdan, kalıplardan, egodan, zihinden gelen sesler.
Zihinin sadece, çeşitli motor becerilerimizde, bedeni yönetmek için tasarlanmış bir yapı olduguna; aslında
asıl bilgeliğin kalplerimizde yattığına inanalı çok oldu.

İçinde hırs ihtiva eden, korku ihtiva eden, güvence arayan her düşünce zihinden gelmekte bence.
Ya da toplumsal hipnozdan.
Kaç kişi nefret ettiği işlerde çalışıyor, kaç kişi nefret ettiği yemekleri yiyerek besleniyor, kaç kişi nefret noktasına yaklaştığı insanlarla beraber uyanıyor, kaç kişi aslında arzu etmediği ortamlarda, yerlerde, oluşlarda bulunuyor ?

Canın istemediği halde, canının istemediği yerlerde eylemlerde bulunuyorsan, '' hayat dikensiz gül dalı değil '' diyorsan, hem de mecbur olmadığın halde bunu yapıyorsan, kalbini dinlemiyorsun dostum.

Toplumsal hipnozun altındasın, birileri sana ''yap '' '' ol '' buyurduğu için yapıyorsun, birileri sana '' böyle olmalı '' dediği için ''öyle oluyorsun '', hani o sidik yarışı var ya, o statu savaşı.. Onun içindesin, kalbini dinlemiyorsun,
''hayat dikensiz gül dalı değil '' '' benim de kaderimde bu varmış '' diyerek boynunu büküp razı oluyorsun.
''Razı olmak '' hayatının eylemi.
Her gün aza razı oluyorsun. Dilediğinden az sevinmeye, dilediğinden az özgürlüğe, dilediğinden az saygıya, dilediğinden az kahkahaya, dilediğinden az göz yaşına, dilediğinden az sevgiye, dilediğinden az hazza.

''Razı olmak lazım '' diyor sana bir ses, ''hayat bu, hayat dikensiz gül dalı değil ''

En çok sevmen gereken insanı, aynadaki en yakın dostunu sevmiyorsun, aşağılıyorsun, '' zaten bu bile fazla sana '' diyerek en sıkkın baygın ortamlara sokuyorsun onu.

Neyi bekliyorsun ? Ölmeyi.
Ne yapıyorsun ? Her gün biraz daha ölüyorsun. İnce ince..
Ruhunun, kalbinin sesini dinlemediğin, senin değil birilerinin kurallarına göre oynadığın her oyunda biraz daha uzaklaşıyorsun canlılıktan.

Oysa şuracıkta, sevgi şefkat dolu bir ses, sürekli seni korumaya, gözetmeye, esaretlerden kurtarmaya çalışıyor. Dinlesen ne çok mutlu olacaksın .

Ben şimdi geri dönüp baktığımda '' paşa gönlümün '' istemediği ama '' yapmalıyım '' diye düşündüğüm her eylemin bir fiyasko ile sonuçlandığını görüyorum kendi hayatımda.

Canımın istemediği ortamlarda bulundum, canım istemediği halde bir yerlere gittim, artık baydığım halde, canım iki kelam dahi etmek istemediği halde o ilişkiyi sürdürdüm, '' aaa deli misinn yalnızlık mıı tuu kaka yalnız kadın eksik kadındır '' diyen bir toplumsal hipnoz yayını var ne de olsa.
Her seferinde şaaşaalı fiyaskolarla sonlandı tabii :)

Ancak paşa gönlümü dinlediğim hiç bir zaman, hiç üzmedi beni.
Paşa gönlüm bazı muhabbetleri dinlemek dahi istemiyor, bazı alanlarla temas dahi etmek istemiyor, ben de dinliyorum.

Toplumsal hipnoz etkisinde birisine göre benim seçimlerim ''felaket, saçmalık '' bana göre schokolade.

Ben kalbimin rehberliğini dinleyerek zehri bal eylemeyi öğrendim.
Hamdolsun.
''paşa gönlüm bilir '' secdem onadır.

4 Nisan 2011 Pazartesi

Harekette Bereket Var

Hareket halinde olmayan enerji durağanlaşıyor, durağanlaşan enerji, sıkışıyor, köşeye sıkıştırıyor, monotonluk maratonu işte o vakit başlıyor.
Hissediyorum, gözlemliyorum, bir çoğumuzda, bir ''değişim '' arzusu var bu son zamanlarda.
Neyin değişmesini istediğimizi bile tam bilmiyoruz aslında, ama arzusu var işte şuramızda.

Geçen gün bir kitapçıda, eski bir alışkanlıkla ruhsal kitapların olduğu reyona bir baktım, kitaplara şöyle bir baktım, ''bunu ben zaten biliyorum, bunu biliyorum, bunlar eski frekans, bunlar eksik, burda ne anlatılıyorsa ben alasını biliyorum zaten '' diye diye elimden bırakıverdim hiç okumadığım kitapları.
Hiç okumaya gerek yok artık benim için, ama birileri için çok büyük ışık olabilirler.
Ben şu anda, orada yazanların zaten içsel olarak herbirimizde varolan evrensel kayıtlar olduğunu, hatta içimizdeki özümüzdeki bilginin daha pak,daha arı, daha duru oldugunu bildiğim için böyle düşünüyorum,
haşa ''ben aştım da ondan '' değil yani.
Kimin ne zaman, neyi ne ne kadar aşmış oldugunu biz bilemeyiz, kimin yolu doğru kimin yolu kime ne veriyor, bilme şansımız yok, herkesin yolu kendinedir, iyidir güzeldir, pekaladır.

Her insanın içinde içsel sezgisi var , dinliyoruz veya dinlemiyoruz o bizim meselemiz.
Dinlemememiz, az dinlememiz, çok dinlememiz fark etmiyor, o sezginin ince sesi zaten orada var.

Enerjiyi hareket ettirmekle alakalı bir şeyler yazasım geldi, çünkü gözlemliyorum, kısır döngüye kapılınca o duraganlaşan enerji bizzat bizleri sıkıştırıyor, çünkü kendisi sıkışmış.

Çok basit, sıradan,pratik önerilerim var benim başta kendime, sonra isteyen herkese.
Nefes almak lazım. Nefes almak lazım. Nefes almak lazım.

Nefes büyük bir dönüştürücü, defaaten ben söyledim, birileri çok söyledi. Ama bundan ala simya yok ki.

Eskiye tutunmamak lazım, eskiye tutunmamak lazım, eskiye tutunmamak lazım.

Biten, işlevi sona eren, artık hayatımıza, bize, yolumuza hizmet etmeyen şeyleri çıkarmak lazım hayattan.

İlişkilerden tut,  sakladığımız dondurma kaplarına..

Ben universitedeyken, bir sene beraber oturduğum bir ev arkadaşım vardı, kızın annesi -ben Hillary Clinton diyordum arkasından - sıklıkla ziyaretimize gelirdi - kontrolu severdi de diyebiliriz-
evimizi derler toplar yemek pişirir düzgünce kesilmiş rabıtalı sarı saçlarını sallayarak '' evlenin güzelim, temiz toplum temiz evlilikten geçer, flört etmeye gerek yok, hemen evlenin okul bitince, sağlıklı hayat evlilik hayatıdır '' öğütlerini bıkmadan usanmadan verirdi.

Bir gün, mutfakta temizlik yapıyorum, zaten ufacık mutfagımız var, dolapların üstünde onlarca - ama abartmıyorum onlarca- üstüste dizilmiş temiz plastik yoğurt kapları ve temiz tereyağı kapları buldum.
''Bu ne be '' sloganıyla, ürünün piyasaya sürülürken kullanıldığı ambalajlarını atıverdim çöpe.

Kıyamet koptu. Meğer ev arkadaşım ve annesi bu kaplara çok değer verirlermiş - lazım olabilir -
Önce arkadaşım epey söylendi bana, açıkca üzülmüştü, morali bozulmuştu kızın.
Daha sonra annesi bir sonraki ziyaretinde sitem etti bana.
İnanılmaz, hali vakti de epey yerinde olan bu aile; yenilen yoğurtların kaplarının atılmak yerine lazım olabilecekleri meçhul bir gelecek için yıkanıp saklanması gerektiğine yürekten inanmışlardı, hadi onu geç, tereyağı kaplarını yıkayıp saklamak bana göre büyük bir saykopatlıktı, über manyaklıktı, onlara göre
tutumlu hanım bir kadının yapması elzem olan en asli görevi.

Onlar ambalaj biriktiriyorlardı, ben başka pek çok şeyi. Hepimiz üzerimizde yük olan bazı şeyler taşıyoruz.
Hiç bir hizmeti, hiç bir ehemmiyeti yok, hatta saçmalar. Ama taşıyoruz işte.

''Kıtlık inancı '', '' yoksunluk yoksulluk bilinci '' ''şanssızlık,acazet, başarılı olma saplantısı, değersizlik hissi '' vb pek çok yük.

Atalım. Atın. Atılsınlar.
Yük bunlar artık.
Dön dolaş irdele, bir daha bak, orasından bak,burasından yorumla, incele de incele.
Bıkmadık mı, artık gerek yok!
Atıverelim hepsini, bir nefeste.
bir nefeste olmuyorsa, beş nefeste. Yine mi olmadı on nefeste..
Atmaya bir kez tam içten yürekten niyet edelim de, gider onlar zaten bir yolunu bulup..

Niyete sembol olarak somut bir şeyleri atalım mesela.
Mesela eskiden yazdığın yazılar..mesela dolapta beklettiğin yoğurt kutuları, mesela boş parfumunun güzel şişesi, mesela kurutulmuş çiçekler eski sevgiliden yadigar kalan..

Küçük küçük biriktirdiğin dramalar...

Hareket ettirmiş olursun enerjiyi sıkıştığı yerden, kalkalım mesela, hiç yürümediğimiz bir yola yürüyüverelim,
hiç gitmediğimiz bir yere gidelim, kahvaltıda farklı bir şey yiyelim mesela, telefonun melodisini değiştirelim.

''Değiştirmek '' diye yazmıştım ben zamanında. Yazdığımdan beri ne çok şeyi değiştirdim. Ne çok enerjiyi hareket ettirdim - ettiriyorum hala inanamazsınız.

Hiç bir şey yapamazsam, kalkıp güzel bir müzik açıyorum ve dansediyorum.

Harekette bereket var.

Harekette bereket, nefeste simya.

Var.

25 Mart 2011 Cuma

OL'an Biten

Sonunda kendi bloğuma girebilmek güzel. Ortaokul yıllarımda, Şebnem İşigüzel'in bir kitabını almıştım,
sansürlüydü bazı cümleler. Üzeri siyah kaplıydı, o sırada 20 yaşında olan yazar, kitabının girişinde,
'' Demek kitabımı 2 yıl önce yazmış olsam,ben de okuyamayacaktım '' yazmıştı. Hiç unutmadım o cümleyi. Şu an kitabın adını hatırlamıyorum ama, o cümle hafızamda mıh gibi kazınmış..

Sansurun hala geçerli oldugu şu zamanda, içim buruk da olsa tüm olan bitenden, yine de olana saygı duymak, ölenlerin kaderini onurlandırmak, dünya annenin sarsılarak temizlediği eski enerjiyi farketmek anlarındayım..

Kazaya rıza gerekir derim ya bazen, hakikaten kazaya rıza gerekiyor biraz..

Dünya da, bizler de kendi nedenimize,aslımıza,özümüze doğru evrilirken, yepyeni ve parlak ve sevinçli olanı doğuran bir ana gibiyiz. Birlikte.

Sancısız doğum olmuyor, hiç bir bebek kana ve bir sürü beden sıvısına bulanmadan doğmuyor..

Kazaya rıza o vakit...

11 Şubat 2011 Cuma

Ayna

İnsanın insanla kurduğu ilişki muhteşem.
Ruhsal yolda binlerce disiplin var ya hani; kimisi ''sadece kendine dön, dışarıyla iletişimi kes '' der ;
benim doğrum, dışarıyı gözlemek, diğer insanlarla kurdugun ilişkiyi iletişimi seyreylemek, çünkü hem ''dışarısı '' diye bir şey yok ki, hem de, bana çok fena ayna tutuyor.

Bazı insanlarla, doğmadan çok önce birbirimize verilmiş sözlerimiz olduguna inanıyorum. Çünkü olmazları olduruyoruz o ilişkilerde, binlerce tesadüf sonucu birbirimizin hayatına giriyoruz, en ''olmaz '' denilen yerde,şekilde tanışmış oluyoruz, her şeyin bir yeri zamanı var, zaman zaman o senin düğmelerine basıyor, zaman zaman sen onun.. Görmek gereken ne ise, hatırlamak gereken ne ise birbirinize hatırlatıp muhteşem ayna tutuyorsunuz.

Az önce telefonu kapadım, su gibi birbuçuk saat konuşmuşuz dostumla.
Bir kaç şimşek çaktırdı kafamda. Hem de dank diye de değil, zerafetle, güzellikle, güzel varlığının güçlü enerjisiyle.

'' Lisedeyken farkettim '' dedi, '' O kız güzel, bu daha güzel, onun o huyu, bunun bu huyu, çok ince eleyip sık dokuyunca, her şeyi çok düşününce, hayat kaçıyor insanın elinden ''

Kuvvetli bir '' zbammmkkk '' sesi beynimde, bir ışık patlaması. :)
Kızkardeşlerden birinin bana daima söylediği gibi '' suya girmeden önce, suyun ısısının kaç derece oldugunu, tuzluluk derecesini, derinliğini, berraklığını, içinde barındırdığı canlıları, güzellikleri ve çirkinlikleri hesaplayan ve suya girmeden peşin hüküm veren '' bir yanım var.

Hep diyor ki G. bana, '' Işıl bir kere de hesaplamadan gir şu suya, nasıl gecenin karanlığında hiç bilmediğin denizde yüzmekten korkmuyorsan, gülerek bilmediğin uçurumlardan aşağı yürüyorsan, ilişkilerde de garanticiliği bırak, deneyim alanına - gerçekten bu tamlamayı kullanıyor - gir, bir kere de yaşayarak gör, hayat fırsat maliyeti hesaplamalarıyla yürümüyor işte her zaman ''

Ben hiç dinlemem, o suya hep balıklama daldığı için kendi deneyimini savunuyor diye düşünürüm, oysa bugün Fırat tüm zerafetiyle, tek bir cümlesiyle düğmeme fena bastı. Hiç anlamak istemediğim, işime gelmeyen bir gerçeğe çat diye aydım.

Evet '' garantici '' yim, son hızla giden bir otomobilde korkmam, gece yarısı ilk defa gördüğüm denize girip neşeyle yüzebilirim, suya kendimi daima bırakabilirim, sırtüstü evde yatagımda gibi rahat yatan insanlardan biriyim ben, ama söz konusu ikili ilişkiler olunca, yüzlerce can simidi, emniyet kemeri, canım yanmasın diye alınmış onlarca tedbir ve derin bir fizibilite etüdü, kar maksimizasyonu ve fırsat maliyeti hesaplamaları yaparken hayat kaçıyor işte.

Çok enteresan bir çocukla bir dönem beraber çalıştım, çocuk çok zengindi, iş öğrensin diye gelmiş kurumsal bir şirkette çalışmaya başlamış, ''amerikalı '' dediğimiz , amerika da endüstri mühendisliği okumuş genç ve içten bir arkadaş.
Çok kısa süre bir şeyler paylaştık, ama çok düğmelerime basan biriydi.

'' Işıl, hadi gidip toplantı odasında meditasyon yapalım '' derdi bana, beraber gider kapıyı kapatır benim yönlendirmemle meditasyon yapardık müdürümüz yokken.
Hiç iş kovalamazdı, bizim o deli telaşımıza çok gülerdi.

Bir gün yine müdür yok, toplantı odasında çay içiyoruz , 4 kişiyiz, bir yandan da koltuklarımızın esnek olan arkasını ne kadar geriye bırakabiliyoruz, ne kadar koltuğun tekerlekli ayakları yukarı kalkıyor diye oyun oynuyoruz.
Ben çok bırakamıyorum kendimi, en başarısız benim,  bu çocuk kızdı bana, '' neden bırakamıyorsun kendini '' dedi, ''bilmiyorum'' dedim.
''Bak burda yabancı yok '' dedi, '' yaslan arkaya ''  denedim yapamadım.
Ayağa kalktı, yanıma geldi,  ''ben çekeceğim seni, bırak kendini '' dedi.
Direncimi farketmişti,  koltuğumun arkasını geriye doğru yasladı, bir yerden sonra ben ''yapmaa '' dedim,
bıraktı ama gözümün içine bakıp '' sen her yerde böyle misin ? '' diye sordu.
'' bilmiyorum '' dedim.
'' hayır dedi, soruyorum sana, her şeyi yaparken böyle misin ? '' dedi ,
odada bizden başka kimseden çıt çıkmıyordu , çekinik, '' e-eevet '' dedim, ''ama çok kötü bu Işıl, bunu çözmen lazım, kendini bırakamıyorsan, mutsuz olursun '' dedi.
''Amerikalıııı  uğraşma kızla artık '' diye araya girdi bir abimiz,  iş yerinin göbeğinde küçük bir oyundan çok kapalı bir alana dair bir yere bakmıştık, ben olsam o kadar üstelemeye cesaret edemezdim, arkadaşım, cesaretle düğmeme fena basmıştı, ben ağlamaklı olmuştum, neyse dedik, çıktık sigara içtik, neredeyse ağlayacaktım '' neden salamıyorum kendimi '' diye..

Yazıya başlarken hiç aklımda yoktu bu anı. Birden geldi dökülüverdi parmaklarımdan, vardır sebebi.

Az önce Fırat düğmeme bastığında, ben, koltuğunu  3 sene öncekinden daha çok geriye yatırabilen bir insan olarak bulunuyordum telefonun ucunda, gülümseyerek karşıladım bu farkındalığı..

Biraz sonra, ''şüphesizlik, sınırsızlık, kendine engel koymama '' hakkında konuşurken, Fırat'ın muhteşem bilişi, kendinden, yüce yaradandan, evrenden  eminliği, o şüphesizliği,  bir şimşek daha çaktırdı kafamda.
Gözlerim doldu sevinçle, bir kaç haftadır dağıttığım enerjim birden tek bir noktada, merkezimde, kendimde toparlanıverdi, iki insanın dostluğu işte, doğru zamanda doğru düğmelere basabilen bir kalbin atması sizden çok da uzakta olmayan bir yerde...

İnsanın insanla kurduğu ilişki, iletişim muhteşem. Daha önce mi verdik bu sözleri '' söz, ihtiyacın olduğunda yanında olacağım, bazen uzun uzun konuşacağım anlamayacaksın, ama bir an gelecek tek bir kelimemle bile aydınlanacaksın, biz yol arkadaşıyız '' mı dedik birbirimize, kimisi inanmaz, ama bana göre öyle.

Çok şükran doluyum anda, hayata,yüce olana, kendime,her şeye..
Benim yol'um, yalnız, inzivada yürümeyi seçtiğim bir yol değildi.
Ne kadar insan varsa o kadar yol var şu dünyada.
Ben, insanlara ayna olmayı ve insanlarda kendimi seyremeyi seçmiştim, çok da güzel ilerliyor..

Çok tuhaf bir eminlik duyduğum insanlar var hayatımda, hani yürek, eninde sonunda hep kendini affeder ya, eninde sonunda '' bir bildiğim vardı, doğru yapmışım '' dersin ya; başka insanlar için de böyle düşünmek çok güzel.

''Çok kötü '' diye etiketlenmiş şeylerden birini yapsa bile, muhakkak '' bir bildiği vardır, o yaptıysa doğrusunu yapmıştır '' eminliğinde olacağım, hiç yargılamayacağım, her türlü seçiminde destek ve arkasında olduğum bir kaç kişi var.

Çok şükür,hamdolsun.

Dostluklarda koltuğumu buu kadar arkaya yatırabiliyorsam, sırtımı birine verebiliyorsam güvenle, neden olmasın, başka alanlarda neden olmasın.. Muhteşem dostluklar kurmuş olmamı anda onurlandırıyorum, teşekkürü hem kendime, hem güzel varlıklarıyla yol arkadaşlarıma ediyorum, hem de bütün olana, hayata, yüce yaradana, önünde eğiliyorum aşkla birliğin. Ve bu duygunun dalga dalga hayatımın her alanına akmasını seçiyorum bu anda.

Şükran doluyum, kafamda bir netleşme, kalbimde bir huzur var, tüm bedenime dalga dalga akan güzel bir enerji var an'da.

Çok şükür...

10 Şubat 2011 Perşembe

'' Hep müsait '' :))

Bir kez daha söyleyerek başlıyorum, eğer bunu okuyan biri varsa benden başka;
bu alan benim sadece ve sadece ''arınma '' için oluşturduğum bir alan, edebi kaygım yok; içimden geldiği, parmağımdan aktığı kadar, hangi konuya arınmanın güzel temizlik ışığı, şifanın huzurlu nefesi aksın istiyorsam onu yazıyorum. Enteresan gelebilir, ama çalışıyor da ! :)

Sabah en yakın arkadaşlarımdan birinin telefonu ile uyandığımda; uzundur farkında olduğum bir şeyi daha net gördüm. Kızkardeşim kadar yakın arkadaşlarımdan birinin can sesi telefonda aceleyle bana anlatıyordu '' Işıl'ım G. ile konuştum; bugün buz patenine gidelim diyor, tamam dedim, yalnız ben akşam C. ile buluşacağım için biraz daha erken saate çekelim dedim, o da kabul etti, yani 3 gibi çıkarız '' uyku sersemi algılamaya çalıştım, ama üzülerek '' ben bugün gelemem '' dedim. ''Neden ?! '' diye vurgulu sordu telefondaki kardeş ses ; '' annemle doktora gideceğiz  çünkü '' dedim,  bahanem geçerli oldugu için, ''tamam başka zaman yaparız '' dedi , bu olay bizim günlük rutinimizde küçük bir an elbette ama daha büyük boyutta bir şeyi daha berrak farketmemi sağladı.

Formal bir ''iş '' te çalışmadığım için; insanların benimle ilgili '' hep müsait '' gibi yanlış bir algısı var,  bu çemberimde bana en yakın noktalardan biri olan kızkardeşlerim için geçerli değil elbette, beraber bir yolculuktayız, beni iyi tanırlar fakat onlarla yaşadığım bir an, genelin yaklaşımını algılamamı sağladı.

Telefonu kapadım, duş aldıktan sonra ilacımı içtim ve ilk kahvemi yapıp biraz açıldıktan sonra ; mutfağı toparladım, makinayı boşalttım, beyazları çamaşır makinasına attım, ortalığı elektrik süpürgesiyle süpürdüm, toz aldım, gündelik ufak temizlik seansı sürmüş işte 1 saat, kahvaltı hazırladım, çay demledim ve annemi uyandırıp onla kahvaltı yaptım.
Doktora gittik, bir doktora rutin muayene seansından sonra, enjeksiyon odasında vitamin iğnesini oldu annem.
Dönüşte benzin aldım, arabayı yıkattım, eczaneye uğradım, markete ugradık, eve geldik ve bir kahve içiyorum.
Sırada spor var. Birazdan çıkarım muhtemelen. 2 saatten aşağı dönmem, çook uzun süre ara verdiğim bedensel egzersizlere yeniden geri dönmek bana tarifsiz bir mutluluk, ve zihinsel berraklık veriyor.
Eve geri dönüp, gündelik sıradan koşturmacaya geri karıştıktan sonra, çocukluğumdan beri her akşam yaptığım gibi, 1-2 saat muhakkak kitap okurum, enerji çalışmaları meditasyonlar yapan da biriyim herkes biliyor, bunların bir kuralı, mutlak saati olmasa bile,  her gün mutlaka vakit ayırırım.
Bazı sabahlar kahvaltıyı ve öğle sonrasını arkadaşlarımla laklak yaparak geçirdiğim de doğru, haftada 1-2 akşam dışarı çıktığım da. Ama bunlar benim bireysel molalarım, vakit ayırmak zorundayım.

Çok uzundur farkındayım ki, bir insan '' her sabah evden çıkıp sabah trafiğine karışmıyor ve bir ofise gitmiyor '' ise, bomboş sanılıyor.  Bir ailenin gündelik işlerinin ne kadar fazla zaman aldığını farketmeden yaşamışım senelerce. Bir de iş bölümü olayı var. ''Çalışan anne '' çocugu olarak, bir çok ev işini bilerek büyüdüm,
üniversiteye gittiğimde çamaşır makinasını çalıştırmayı bilmeyen, tek başına yemek yiyemeyen insanlarla tanışıp çok şaşırmıştım, anneniz çalışıyorsa, bunları erken yaşlarda öğreniyorsunuz.

Eh anneliğin verdiği bir süper güç var sanırım ki, anneler hem işe gidip hem dönüp hem her işi halletmeyi beceriyorlardı da galiba.
Gerçi annem akşamüstleri evde olurdu. Ben kendim çalışırken, iyi günümdeysem akşam 7-8 gibi ofisten çıkmayı başarırdım.1,5- 2 saat de trafikte adım adım araç kullandıktan sonra, bir arkadaşımla bir yemek yiyecek, bir şeyler içecek vakit ancak ya kalıyor ya kalmıyordu, eve girer girmez biraz okuyup uyuyordum.
Sabah 6,30 da tekrar günaydın hayat diyordum, duş,saç,makyaj, merhaba sabah trafiği, nasılsınız birikmiş mailler, nerde benim satış raporlarım,hani gümrükte bekleyen makinalarım, nerede müşterilerimin telefonları, hep beraber öğlenleri 20 dakika içerisinde yiyip bitirdiğimiz yemekler ve sigaramız.

O dönem farketmiştim ki, eski çağların kürek mahkumlarından hiç bir farkımız yok. Birazcık daha güzel besleniyoruz,lapa yemiyoruz mesela öğle yemeklerinde, ayakkabılarımız kusursuz dikişleriyle mahkumiyetimizi temsil etmeli, - temsil gideri de olmadan hem de !!- saçlarımız daima bakımlı olmalı, yüzümüz renkli, bir de parlak yaka kartlarımız ve bir kurumun kanatları altında olmanın her kapıyı kolayca açan güveniyle , '' ben wolfram &hart dan Işıl '' cümlesinin sihriyle başka kurumlardan gördüğümüz saygıyla katlanıyoruz mahkumiyetlere..

Her gün saçımız fönlüyken ve her gün bir esarete koşarak dört elle sarılırken herkes soruyor '' müsait misin ? ''
Fakat diyelim ki sırf canın istemediği için - herkes biliyor benim sebebim bu değildi ama -
sırf canın bu düzende olmak istemediği için çalışmıyorsun mesela; ve o zaman birden '' her dakika müsait '' bir insana dönüşüveriyorsun.
Telefonun sessizde kalıverse, '' neden sessizde ?! '' oluyor, öyle ya neden, toplantın mı vardı ki ?
Kuaförde olsan , '' niye ki ?! '' oluyor, öyle ya, saçlarını gösterecek birileri mi var ki ?
Davet edildiğin bir yere gitmesen, kişisel oluveriyor, herkes hep son dakika aranacak, işten dönerken uğranacak, akşam muhakkak müsait, hep kahve içilebilecek, hep bekleyen biri olduğunuzu sanmaya başlıyor.

Oysa gerçek öyle değil işte.
Gerçek şu ki; hayat devam ediyor.
Belki benim şanssızlığım çok agresif bir sektorde çalışmış olmak, her çalışan arkadaşım çalıştıkları dönemleri öyle yoğun yaşamıyor, inanabiliyor musunuz, akşam 5 te işten çıkanlar bile var ! :)

Bir arkadaşına ayırdığın akşam kahvesi, onun '' formal bir işi olduğu için '' çat diye ötelenebilirken, senin o buluşma için neleri daha önceye neleri daha sonraya atarak hangi ayarlamaları yaparak vakit açtığın önemsenmeden ertelenebiliyor.

Esnekliklerim yok mu, elbette illaki var. İnkar etmek yersiz, her sabah 7 de hayatın kavgasının göbeğine atılan eşden dosttan daha rahatım illa, fakat hayatım sabahtan akşama kadar aptal kutusundan evlilik programı izleyerek geçmiyor, sürekli her telefona hazır ve nazır koşabilen bir genişlikte değilim,  evde ''koca '' beklemiyorum, hayat planımda '' birinin üstüne yıkılmak '' yok,  sadece bir süre daha kendimle ve ailemle ilgilenmek durumundayım, yeniden ne yapacağıma tam bir karar verene dek,  sporumu yapmaya devam etmek, power plate ile çalışmak, yürüyerek kafamı boşaltmak, okumak,yazmak, dolaşmak, meditasyonumu ve bedenimde devinen enerjileri görmek,yaşamak durumundayım.

Geçirdiğim çok zor, uzun ve gerilimli maratonun bedenimde bıraktığı ağır izleri temizlemek ve dönüştürmek durumundayım.

İşte dediğim gibi dağınık, karmaşık, ucu sonu belli olmayan cümlelerle dolu oldu ama yazdım kafam rahatladı :))

5 Şubat 2011 Cumartesi

'' Kendi Kaybeder ''

Vakitlerden bir vakit ; ismi bilindik bir şirketle sürekli iş görüşmesi yapıyorum, artık sıkılmışım sürecin uzamasından, o müdür bu müdür, falanca sınav, filanca kişilik testi koşturuyorlar beni, 1,5 ay olmuş, artık isyanlardayım, şirketin çeşitli binalarında koşturuyorum, her seferinde fön çektiriyor ve rabıtalı bir makyaj yapıyorum, her seferinde az biraz gerginlik hasıl oluyor bünyede, ''olmayacaksa koşturmayayım artık '' diye düşünmeye başlamışım.. En sonunda kendimi genel müdürün karşısında buldum kendimi, fuar alanında hem de, '' gider misin fuara, bekler misin yarını ? '' diye sormuşlardı, ''giderim '' demiştim, o bile bir test imiş sonradan öğrendim. Yine sonradan öğrendiğime göre, adama demişler ki '' 3 kişiye düşürdük, ama Işıl bizim en kuvvetli adayımız, seçim sizin ''
Ben artık '' ya herro ya merro '' modundayım, 2 aya yaklaşan bir süreçte haftada bir kere - diyelim ki şirketin ismi Wolfram&Hart olsun -  Wolfram & Hart'ın bir o binası bir bu binası arasında koşturmaktan baymışım,
''akacak kan damarda durmaz, inceldiği yerden kopsun '' hislerinin verdiği güçle topuklu ayakkabılarımın üzerinde seke seke varıyorum fuara.

Genel müdür çok klas bir adam, hani belli boşuna genel müdür olmamış, acayip bir beden dili var, acayip bakışları var, gözlerimin içine öyle bir bakıyor ki, beynimin kıvrımlarını ,beynimin içinde dönen pek çok deliliği gördüğünü düşünüyorum, ama artık yapacak bir şey yok, gevşetmişim bedenimi, nefes almışım, ''öyle ya da böyle bitsin bu iş '' tavrındayım.
Uzuuun uzunnn sohbetler, sorular cevaplar derken, kilit bir noktaya geldi muhabbet : dedi ki bana ;
''diyelim ki seni işe aldım hangi özelliklerinden dolayı işi aldığını düşünürsün ? '' tabii bir sürü cevap saydım, şu bu, vs..
'' Çok güzel '' dedi, '' ama ya almazsam seni işe, o zaman ne düşünürsün ? '' ben boş bakınca örnekledi :
'' sigara içtiğim için mi dersin, yoksa üniversiteyi geç bitirdiğim için mi, ya da ne işte ''

O an değişik bir andı. Bir kaç saniye içerisinde, çok değişik bir andı, kontrol sanki benden çıktı hatta, karşılıklı oturuyorduk aramızda masa yoktu mesela, ben biraz öne doğru ilgiliydim o ana dek,
birden doğruldum arkama yaslandım, '' hiç bişey düşünmem '' dedim. ''Nasıl ? '' diye sordu, ''yani '' dedim,
''kişisel almam bunu, bendeki zekayı ve yeterliliği göremediğinizi düşünürüm, Wolfram &Hart kaybeder ! ''

Tabii ki gülümseyerek, çok cici söyledim bunları ancak omuzlarım dik, bedenim koltuguma yaslanmış ve adama ''kendin kaybedersin '' demiştim,
o çok profosyenel adamın mimikleri 1 saattir karşımda ilk defa poker yüzünü gevşetti, ağzı birazcık şaşkınlıkla açıldı, gözlerindeki o '' kızıl ötesi görürüm ben '' ışıltısı, değişik bir pırıltıya dönüştü,
aniden bana elini uzattı '' yarın başla, işe alındın '' dedi.
Tokalaştık fakat şaşkındım, blöfümü yemişti, koskoca adam, benim 15 snyelik beden dilim ve '' eeeh yeter ulan tohumunuza para mı saydım '' hissimle resesif hale gelmişti, adam diğer adayları görmeyi bile beklemeden, benle tokalaşmıştı, şimdi de, oturmuş bana işle ilgili önerileri veriyordu.

Dışarı çıkıp diğer müdürlere '' Işıl ailemize katıldı hoşgeldin diyelim '' dediği an, 3 müdürün şaşkınlığını görmek lazımdı. Yine sonradan öğrendiğime göre, genel müdür çok prensipli adammış, tüm adayları görmeden, son karara asla varmazmış, nasıl oldu da oldu diye şaşırıyorlardı, '' kısmetten ötesi yok '' dediler hatta.

Şimdi, aradan geçen zamandan sonra, daha büyük bir netlikle bakıyorum olaya. Bir de omzumu silkmiştim '' siz kaybedersiniz '' derken. Gerçekten o an artık o arzuyu bırakmışım mesela, gerçekten o an artık umrumda değilmiş çok, gerçekten kendimle barışık oldugum bir anmış. '' Bana iş mi yok baba, taşı sıksam suyunu çıkarırım '' edasını vermişim genel müdüre, ki, herkes bilir, kimse vazgeçilmez değildir şirketlerde,
o genel müdür kendi yok olsa o gün, o şirket yine bir şey kaybetmez, ertesi gün işler yürümeye devam eder.

Yine bu olayı müteakiben en yakın arkadaşlarımdan biri, İstanbul'a şirket içi bir eğitim için birkaç aylığına geldi, hemen her gün beraberdik. Kendisi, rahatlıkla  ''hiç yakışıklı değil '' diye  betimlenebilecek bir adamdır.
Bununla beraber hayatımda gördüğüm en güzel kızlarla çıkmıştır hep, ki, bu kızlar ona hep delice aşık oldular.
Seneler sonra bir gece klubunde beni görüp, sırf onun arkadaşıyım diye boynuma sarılıp ağlayan kızlar bunlar.

Her gün eskisi gibi takılıyoruz, bana bu aşktaki yılmaz başarısının sırrını verdi : '' kendi kaybeder aga , buna inancaksın ''
Öyle bir hale gelmiştik ki o dönem; garsona çay için seslensek ve bizi duymasa '' kendi kaybeder '' diyerek gülüşüyorduk artık.

''Kendi kaybeder '' biraz sığ bir tabir aslında; işin açılımı,  kendini bilmek, kendi güzelliklerine uyanabilmiş olmak, özsaygı,özsevgi ve kendinle gurur duyuyor olabilmek. Kendi yeterliliğini başta kendine deklare etmek.

Ki insanlar bunun için deliler gibi çırpınıyorlar, kendilerini ''yeterli '' görebilmek için ; falanca telefonu kullanmaları, filanca marka giysileri giyiyor olmaları, şu veya bu seminere katılmış olmaları gerekiyor. İşte insandan insana değişiyor ; solaryumlarının tam olmasından tut, yüksek lisans derecesinin puanı, kaç kadınla seks yaptıkları , kaç erkekten evlenme teklifi aldıkları,  kaç lira kazandıkları, kaç ülke gördükleri, kaç mekan gezdikleri bir gecede, kaç bastığını arabalarının, kaç kaç kaç sürekli bir çetele tutarak, biriktirerek, o özsaygıyı haketmeye kendi yeterliliklerini kendilerine teyit etmeye çalışıyorlar.

Fakat böyle asla bitmez. Çıta sürekli yükselir, kendilerine koydukları hedefler büyür de büyür.
Apple bir üst modelini çıkarır o telefonun, yeni bir spor salonu moda oluverir.
Nişanlanırsın bitmez, düğününün nerede olduğu başlar, evlenirsin bitmez, yüzüğünün karatı merak edilir.
Çocuk ne zaman, hangi anaokuluna gidiyor,hangi okulu kazandı,
yaşam biter, özsaygı ve yeterlilik hissi için sığınılan dışsal korunaklar bitmez.

Demem o ki, herkes oldugu gibi zaten güzel. Özsevgi ve özsaygı için bir nedene ihtiyaç yok. Hemen şurada, şuracıkta duyuvermeli insan kendine o sevgiyi. Aslan gibi adamlarsınız, koç gibi kızlarsınız, seviverin kendinizi.

Önemli olan, bir başkası olsaydın sever miydin kendini. Bir işveren olsaydın işe alır mıydın kendini. Bir sevgili olsan aşık olur muydun kendine. Evet evet evettt :)))

Giden,yanınızda kalmayan, sizi işe almayan, sizle beraber olmayan, her ne ise, her kimse,  '' kendi kaybeder '' :))