28 Ağustos 2015 Cuma

Life Flow

Hayatta bazen kontrol edemediğimiz şeyler olur.
Ambulans geçerken hep içimden dua ederim, bildim bileli.
Babamın cenazesi ambulansla gelmişti, sireni duyduğum an içim çok kötü olur.

Geçtiğimiz aylarda 10 kez falan ambulansa bindim. Sirenin sesinin içerden nasıl duyulduğunu biliyorum artık.

Bir akşam ambulansla acile yetiştirildik, içerisi dolu, acil doktoru güzel yüzlü genç bir adam, ama enerjisi çok sert geliyor bana her an geri çevirebilir, enerjisi öyle. Enerji okumayı bilirim.
Çaresizlik, korku, endişe içerisinde dalgalanan bedenimin ne yaptığını bilmiyorum, ne söylediğimi bilmiyorum, bağırıp bağırmadığımı bilmiyorum, ama doktor bana bağırıyor ''önce hastana bakayım '' kısmını hatırlıyorum, bir insan bana bağırdığı için kendimi güvende hissetmem nadir bir durumdur; beni çaresizliğin yoğun karanlığının içinde bırakmayacağını anlayıp uzaklaşıyorum kayıt için o sırada katıla katıla ağlamakta olduğumu farkediyorum.  Kardeşime ne söyleyeceğimi düşünüyorum. Kardeşim askerde, hiçbir şeyden haberi yok. Tek umudum bana bağıran insanın yüzündeki ışık. İsmine bakıyorum elimdeki kağıttan, Türkçe dilinin en güzel erkek ismi. Bir gün oğlum olursa ona koyacağımı düşündüğüm sonra da çocuk yapmaktan vazgeçince unuttuğum isim. Tek umudum bu tevafuk.

O gece annem ölmüyor.

Bir hafta sonra yine ambulanstayım, yalvarmama rağmen beni kendi hastanemize götürmüyorlar, yalvarmama rağmen beni evimize yakın bir hastaneye de götürmüyorlar, ne kadar yalvarıp ağlasam da dünyanın en korkunç yerine en korkunç hastanesine gidiyoruz.
Bizi hiç hoş karşılamıyorlar,  ''Çapa'ya niye gitmediniz?!'' diye soruyorlar, 'ambulans buraya getirdi' diyorum. '' Bakırköy'e niye gitmediniz, evinize daha yakın' diyor doktor kız,'ambulans buraya getirdi' diye yineliyorum ama  buna inanamıyorum, buna cidden inanamıyorum,
İlk tahliller sonrası annemin enfeksiyondan, su kaybından, ya da pansitopeniden her an ölebileceğini farkediyorum.
Bana söylemiyorlar ben farkediyorum. 8 senedir başıma bir gün bunun gelebileceğini bildiği için bana kalemi eline alıp çizerek bunu öğretmiş olan kendi doktorumuz sayesinde farkediyorum.
Bana söylememekte ısrar ediyorlar, saat hesaplayarak serum takıyorlar sabaha vardığımızda yeni tahliller geliyor, enfeksiyon artıyor, bağışıklık hayati tehlike sınırına kadar düşüyor bunu görüyorum ve buna rağmen bizi çıkarmak istiyorlar.
Sevketmek değil çünkü sevk yetkileri yok, dünya üzerinde görebildiğim en çiğ en sümük yeşili gözlere sahip doktor kız '' hanımefendi şu an hayati tehlike yok diyorum ama beş dk sonrasını garanti edemem ben taburcu edeceğim siz kendi hastanenize götürün olmazsa  '' diyor.
Yaka kartından ismine bakıyorum ''Aliye hanım, geceden beri beyaz küreleri 1750 den 1200 e düştü, buradan çıkarmam mümkün değil, bu hayati tehlikeye gittiğini gösterir '' diyorum.
''hayır'' diyor. '' Binin altına da düşecektir, enfeksiyonu da artıyor '' diyorum. Benden nefret ederek bakıyor, ''uzmanım değerlendirir burada yapacak bir şeyimiz yok Çapa'ya götürmeniz lazım ben de sevk edemiyorum '' diyor.
Uzman doktora yalvarıyorum sonra, yakalıyorum adamı, ''lütfen diyorum, yan etkiden bunlar oldu, lütfen şu şu değeri şu şu, kanseri kötü durumda değil, kanseri agresif değil, sınırı yeni geçti. bu şekilde ölmesin ''
''Napabilirim ?'' diyor adam.
''Granocyte yazabilirsiniz '' diyorum. Yazamayacağını yetkisinin olmadığını söylüyor, zaten buralarda bulamayacağımı, ''ben bulurum'' diyorum. Nasıl bulacağımı soruyor şaşkınlıkla, 'ben bulurum' diyorum. '' Hadi git bul getir, söz veriyorum ben yapacağım'' iğneyi diyor.
O yapmasa bile ben yaparım. Çıkarmazsa bizi buradan ben yaparım. Taksiye doğru ağlayarak koşarken durup kusuyorum, sinirlerim de bedenim de iflas etmek üzere.

Hayatımın en korkunç anlarından biri olduğunu düşünüyorum, sadece bir ışık. İğneyi bulup geliyorum, illegal yolla getirdiğim için yaptırmam da saatlerimi alıyor.

O gece artık 3 gündür uyumamış ve 15 dakikada bir acil kapısına bırakılıp kaçılan bonzaicileri izleyerek kahve içerken hayatımın vardığı noktayı düşünüyorum.

'' Tarzımı biliosun '' coolluğuyla geçen ömrümü. Güzel kumsalları, güzel içkileri, güzel geçmiş şeyleri. Şu an ben hiç güzel görünmüyorum, leş gibiyim, sabahın üçü ve Reinadan çıkmış Cihangir merdivenlerinde oturuyor değilim, leş gibi bir yerde leş gibi bir kahve içiyorum, yan masadaki kan taciri benimle konuşmaya çalışıyor, tek dişi yok.

Bir daha hüç gülemeyeceğimi düşünüyorum. Bir daha hiç şükredecek bir şeyim olmayacağını düşünüyorum.

Aylar geçip gidiyor, bir gün korkunç bir gün stabil.

Dün gece annemin doğum günüydü.
Güzel yemek yedik, kardeşim pişirdi. Bahar güzel pastayla gelmişti. Annemin sofraya attığı adımları alkışladık.
Baharla kahveler içip uzandık, ona geçmişimden hikayeler anlattım çok güldük, ''fonda serseri doğdum serseri ölcem'' çaldı resmen dedi, buna da çok güldük.
Annem mumları üfledi, Onur şarapları doldurdu, ben içmedim ama o an o kareye büyük şükranla baktım. Anneme, Onur'a, Bahar'a. Öyle güzel görünüyorlardı ki..
İçimden ''lan neler geldi başıma be, ben nasıl atlattım bütün bunları'' diye geçirdim. Şükrettim.

Yine şükredecek bir şeylerim olacak.
Bütün hayatım böyle geçti.
Kendimi karda yuvarlanıp ağlarken hatırlıyorum, o zaman da bir daha asla hiç gülemeyeceğimi düşünmüştüm.
Kendimi bir arabanın kaportasını tekmeleyip bağırırken hatırlıyorum, bir daha asla hiç gülemeyeceğimi düşünmüştüm.
Kendimi babamın cenazesinde hatırlıyorum,  ruhumun yarısının gömüldüğünü bir daha asla gülemeyeceğimi düşünmüştüm.

Hep güldüm sonra ama.

Bugünün getirdiklerine bin şükür.

Hayat bu, kontrol edemiyorum.
Sadece akmayı düşünüyorum artık, hayatla birlikte.
Nereye götürürse.

Kaza olunca rıza vermek, aşk olunca meşk etmek.

















4 Ağustos 2014 Pazartesi

Kanser, şifa, kalanlar..

Gecenin bir yarısı, birden fark ettim : ne kadar yorgun olduğumu.. Duygusal olarak.. Birden gözümün önüne, eski laptopu bu masaya aynen buraya koyduğum, kahve içerek uyumadığım, yazdığım çizdiğim uzun geceler geldi; ve o gecelerde hissettiklerim.
Çokça korku, biraz umut, biraz '' yokmuş gibi davranırsam yok olacak '' hissi.
Annem çoğunlukla uzanıyor ve tv izliyor olurdu, aşırı halsiz.
Benden su isterdi sıklıkla, çok sevdiği çayı bile içemezdi, canı istemezdi.
Hastalık; çok zor bir şey.
Bir söz var; ailede birisi kanser; herkes kanser diye. Doğru.

En en en bunaldığım zamanlardan birinde; her şey çok kötü görünürken, bana hastanede ''bayramı evinde geçirsin '' demişler ve yüzüme acıyarak ; hiç farkında olmadığım bir kaybın eşiğinde olduğumu düşündüklerini bana hissettirerek bakmışlarken; o bayramın arefesinde; Bakırköy'de sokakta bir afiş görmüştüm ;
''Annemle biz, kanseri yeneriz '' ..  İşaret diye düşünmüştüm; işaret de oldu sanki.

Bu eve kimseyi sokmadığım günler oldu; gelen misafirleri kovduğum günler oldu; gelip de salak saçma konuştukları için siktir etmekten beter ettiğim için küstürdüğüm aile dostlarımız oldu; patatesi bile soymadan önce sirkeli suda bekletirdim; kilolarca nar suyu sıkardım; elimden gelenin en iyisi belki yeterli değildi ama elimden gelenin en iyisini yaptım.

Uzundur iyi annem. Uzundur temiz. Her kontrol öncesi ağır kaygı krizleri yaşıyorum; elim ayagım titriyor, uykusuz kalıyorum, doktoru geriyorum, fakat o günler geçti.

Bu evde maskeyle dolaştığımız; kardeşimle nöbetleşe uyuduğumuz günler geçti.
Annemin aniden bayılmaları, acile koşturduğumuz o korkunç günler geçti.
Geçti ve ben hala biraz korkuyorum zaman zaman.

O zaman çok soğuk kanlıydım, ne facebook statulerimde ne twitterda yazdım sıkıntımı;
vakar benim göbek adımdı zaten. Süngümün düştüğünü en yakınlarım görüyordu, ağlama krizlerimi en yakınlarım görüyordu, ulu orta paylaşmadım hislerimi.

O zamanlar okuduğum bir blog vardı, evladı kanser olan bir annenin tuttuğu..
Evladını kaybedişi; okurken ağlayışım, hep o zamanlar..
Bu gece birden denk geldi, küçük Nehir'i andım..
Aniden kalktım bu yazıyı yazdım sonra.

Annem büyük, ben küçüğüm
Annem verdi, ben aldım

Yaşam yolculuğumun her anını onunla geçirmekten dolayı minnettarım.
Annemi çok seviyorum, iyi ki bizimle kalmayı seçti, iyi ki iyileşmeyi seçti, iyi ki şifayı seçti

O bilge bir kadın ve ben ona yaptığım tüm hadsizliklerden ötürü özür diliyor, güzel varlığının önünde saygıyla eğiliyorum..

Yorgunluğum da; itiraf ettim ya geçecektir artık.


13 Mayıs 2014 Salı

Hayat çok '' Diş Fırçası ''

Çok zamandır yazmamışım; eh fırsat olmamış demek ki.
Hayat çok '' diş fırçası '' ne demek; şu ki;
Çocukluk arkadaşlarımdan birinin Laz kuzeni vardır, senelerdir vecizeleri ile günümüzü aydınlatır.
Çocukcağız bir laf ediyor; biz onu '' felsefe'' olarak benimsiyoruz bir kaç sene götürüyor bizi :)

En son; çok büyük sırt çantası takan bir turistin çantasına bakmışlar, '' ne vardır içinde acaba '' diye düşünmüşler, e çanta çok büyük, bilinmez, başkasının çantası.. Memo demiş ki '' diş firçasu ? ''

Bizim için de bilinmezliğin yeni adı oldu bu; '' diş fırçası ''.
Hayat çok diş fırçası dedik çıktık işin içinden.

Bilinmez, bir gün öylesine Yeşilköy sahilinde yürüyorsundur, bir telefon gelir aldığın haberle zıplamaya başlarsın sevinçten, insanlar sana bakar öyle.
Bilinmez, aynı haber yüzünden bir ay sonra ''lanet olsun keşke hiç çıkmasaydı bu olay '' diye ağlarken bulursun kendini.
Bilinmez ki kendini hangi ülkede, hangi şehirde, kiminle ne yaparken bulacaksın bir süre sonra, bilinmez.

Planlayamadığımızı farkettim.
Güvenliğe ve bir şeyleri bilmeye çok muazzam ihtiyaç duyan bir insan olarak zor bunu kesin olarak kabul etmek.
Ama kabul ettim.

Bu süreçte kabul ettiğim bir başka şey de;
gerçekten kimse kimseye istemediği sürece yardımcı olamaz.
Herkesin ve her şeyin kendi zamanı, anı var.
Saygı duymak lazım.

Altını çize çize çize öğrendim; değiştirebileceğimiz tek şey biziz. Olaylara verdiğimiz tepkiler.
Bazen onu da değiştiremiyoruz ya neyse.

Olduğu gibi kabul etmek lazım yaşamı; her şey çok ''diş fırçası '' :)

25 Şubat 2014 Salı

Vatan yahut Silistre

Ülkenin anası sikiliyordu ve biz küçük günlük meselelerimizle uğraşıyorduk.
Hava aşırı soğuktu.
Ben dün evi temizledim mesela; akşama kadar, sevgilim çok çalıştı.
Televizyonlar normal akışlarına devam ettiler; yapacak bir şey yoktu.
Çay falan koyduk, ne bileyim barajlar da kuruyordu, ben de senelerdir yapmadığım bir şeyi yaptım dün;
küveti doldurdum uzandım içine.

Biraz kaya tuzu, bir banyo tuzu, biraz bitkisel yag, biraz köpük.
Öyle uzandım içine, dışarıda ülkenin anası sikiliyordu.

Hayat hiç bu kadar tuhaf, hiç bu kadar yoğun, hiç bu kadar enteresan olmamıştı.

Gece bir ara düşündüm ''ya gaza gelsek de sokaga mı dökülsek '' diye; baktım hava 5 derece
ne gaz yerim var ne toma suyunda ıslanırım.
Yorgunum.

Makara olsun diye hep ''bir Louboutin'im bile yok '' diye ağlanıyorum da; mesele o değil.
Mesele kendimi güçsüz hissetmem tüm bu oyun tüm bu düzen karşısında.

Bizim hayal dahi edemediğimiz paralardan bahsediyorlar ki bizim de ufkumuz şey;
o parayı yarım saatte eritirdim diyoruz da
aklımıza gelen ilk ihtimal bir Aston Martin almak.
Ben çok zora girince eşin dostun altına da Bentley çekmeyi düşündüm.

Sevdiğim şeyleri yapsam,
Yunan adalarında bir tatil, Arnavutköy'de bir ev, on tane Louboutin, yirmi tane Manolo Blahnik,
bir kaç uçan balon, birer kağıt helva, biraz rakı sofrası, haydi hepimize olsun, 20-30 Beşiktaş kombinesi..

Erimiyor ulan erimiyor o paralar benim düş gücümle erimiyor.

Hava aşırı soğuk, bagır bagır bagıran yerlerim agrıyor, sesim kısık
kimseyi kurşun eritmeye çağıramıyorum

Büyük bir travma geçiriyoruz milletce
İçerimizi zehirlemiş cerahat akıyor aylardır patladı artık
Fakat pansuman yapamıyoruz
Elimizden kolumuzdan kan irin sızarken öyle yaşıyoruz.

Ben çok seviyorum bu ülkeyi mesela
Topragına doğdum, havasını soludum, topragından yetişenle beslendim
Yüzmeyi sularında öğrendim, yuvam burası başka bir yerim yok
Hiçbir entelektüel hezeyanım, başka ülkelere kaçma arzum yok
-belki Yunanistan ama o da ülkeden kaçmak için değil, frappe sevdiğimden bir de birazcık daha sıcak -

Bu ülkeyi yeryüzünde bana yuva oldugu için seviyorum
Doğdugum, doyduğım topraklar burası oldugu için

Sevdiğim için de acı çekiyorum,
Sevdiğim kız kerhaneye düşmüş de ben de hiçbir şey yapamıyormuşum gibi hissediyorum

Ne yapalım;

''Gün doğmadan neler doğar ''
demekten başka bir şey gelmiyor aklıma şu an.

Çay koydum, içiyorum.

10 Aralık 2013 Salı

Sobe


İstanbul'a kar yagıyor; İstanbul bembeyaz.
Dün bir şeyi sobeledim; oturdum ağladım; hani çocuk şımarıklığıyla değil; içinin zehrini boşaltır gibi.

Kıyaslamak korkunç bir şey ve bunu yapıyordum. Birileri beni birileriyle, kendileriyle kıyasladıkları zaman;
ben de kapılıyordum.
Ki kıyas oyunu; oyuna girmeyi kabul ettiğim an ilk ne zamansa;
muhtemelen terazide ağır bastığım, ''ama şu şu şu var, ben daha iyiyim ! '' diye kendimi iyi hissettiğim bir an başlamış olsa gerek.
Her neyse, dün bunun bana ne kadar zarar verdiğini fark ettim.
Zihnimin, ruhuma daraltı verdiğini.
Zihnimizi çöpe mi atalım, atamayız, ama o oyunlara, endişelere, kuruntulara daldığı an farkında olabiliriz.

Bir de; hep söylediğim fakat pratiğe geçirmeye üşeniverdiğim gibi;
kiminle, ne ile iletişimde olduğumuz çok önemli. Rezone oluyoruz çünkü.

Ben biraz bütün bu kıyas oyununa beni sokan insanlardan uzak durmaya karar verdim.
Çünkü kendime haksızlık, çünkü bunu bana yapmayanlara haksızlık.
Çünkü gönlüme daraltı, ruhuma buhran.

Dün bir zamanlar beni çok sevindirmiş bir nesneyi, suya fırlattım attım. Artık benim değildi, artık kimsenin değildi, artık varlığı beni mutlu etmiyordu, kullanmıyordum, saklamak da istemiyordum; tevafuk etti, böyle bir ''ayılma'' deneyimlediğim bir güne denk geldi.

Atarsam üzülürüm diye düşünmüştüm çook daha önceleri, bilemiyoruz işte zan; atıverdim ve hiç üzülmedim.

Şu ''zan'' ve ''tahmin '' oyununu da bırakmaya karar verdim.

Bilemiyoruz. Bilmiyoruz. Biz değişiyoruz. Geçmişin öğrettiklerini bir sonraki ana bir sonraki ana eke eke kendimizi yoruyoruz.

Belli olmaz. Üzülürüm sanırsın üzülmezsin, sevinirim sanırsın sevinmezsin.

Herkesin yolu ayrı biricik. Yaşam bir gün bitecek.
Öleceğiz, ölüm orada duruyor ve çok gerçek.
Ölümden sonra hayat; bilmiyoruz bilemeyiz, ama sonsuzluk var. Ne olacağını bilmiyorum ama bir şekilde bu su hiç durmayacak, perdenin öte tarafında da akacak onu biliyorum.
Bu yükleri, çöpleri, zihnin oyunlarını, geçmişin kederlerini oraya da bagaj yapıp sürüklemek pek iyi olmaz.

Yaşam biricik. Yaşam bir armağan. Bu canı biri bana armağan etti ve bundan sonra an an an her şeyin tadını çıkarmayı; kartondan kuleler, kağıttan korunaklar yapmadığım ve beriki yaptığı için kötü hissetmemeyi seçiyorum.

Ayazmaya indim; sevdiklerim için mum yaktım; kendim için de. O'nunla, hayatla barışmayı diledim.

Kiliseye çıktım, yine aynı şeyler. Gözümü yumup oturduğumda bedenimi bir dalga sardı, öylece oluvermenin, varoluşun, her an yanımda olanın, gerçek olanın, şahdamarımdan yakın olanın sevgisinin dalgası.

Bir çalışanı vardır, 50 yaşlarında hep mutsuz, hep dertli, hayatımda tanıdığım en negatif adamlardan biri.
Her zamanki gibi nasıl oldugumu sordu, benim soruma ''hayat çok zorr'' diye yanıt verdi.
Şebnem'i sordu, ''Dublin'de şimdi, gezmeye gitti '' dedim.
''ah çok kötü bir arkadaş, sizi niye götürmedi '' dedi.
''Ben İrlanda'ya gitmek istemem ki hiç '' dedim, gülümsedim.
''Evlendiniz mi '' diye sordu, ''hayır '' dedim, gülümsedim, ''niye '' dedi,
''kısmet değilmiş '' dedim,  - adam iki hafta önce de sormuştun aynı soruyu, iki haftada evlenmiş olmadığımı elbet sen de biliyorsun - demedim.
''İrlanda'yı görmek istemiyorsunuz, peki nereyi görmek istiyorsunuz '' diye sordu, ''Mısır '' dedim.
''Taş ve çöl, görecek bir şey yok, gizemlere çok takılıyor olmalısınız '' dedi.

Gülümsedim, elimde yeni kar küremle kasaya ilerledim, bir kız geldi, şişmanca, ''ah bizim bu kız sadece yemek yer, ne kadar şişman bla bla '' bir şeyler söyledi,
kızın yüzüne baktım, kulaklarını görünmez pamuklarla kapatmak istedim, kız yüzüme korkarak bakıyordu, nasıl bakmışsam, ''ne düşünüyorsunuz, ne düşüneceksiniz, tabii ki evet yemiş yemiş şişmiş diye düşünüyorsunuz '' dedi.
Zan. Öyle düşünmüyordum. '' Lütfen bunlara aldırma, lütfen hiç kimseye benzemek zorunda değilsin, mösyö hep böyle, hep çok negatif, bunları duyma, çok şişman falan değilsin, kötü hissetme '' dedim.

Kız gülümsedi, kasadaki genç çocuk ''evet'' dedi, ''çok negatiftir ''

Adamcağız artık biraz bozulmuş yüzüyle ''hep aynı şeyler, hep şükran diyorsunuz, neye şükran, kimin şükranı, İsa'nın mı Musa'nın mı Muhammed'in şükranı mı '' diye sordu,
''insanın şükranı '' diye yanıtladım.

''boş laf, daha neye şükrettiğinizi bilmiyorsunuz '' dedi.

Bütün gülümsememle, '' siz mutsuzsunuz ve beni de mutsuz etmeye çalışıyorsunuz, beni mutsuz etmenize izin vermeyeceğim '' dedim. Bıçak kadar keskin bir şey geçti havadan.

Kız ''sizin adınız ne '' diye böldü sessizliği ''Işıl '' dedim. ''Belli isminiz gibi ışıtıyorsunuz etrafı, ışıl ışılsınız sizi tanıdığıma çok memnun oldum '' dedi , ''ben de seninle tanıştığıma çok memnun oldum, görüşürüz '' dedim ve kapıdan çıktım.
Kar başladı.
Kilisenin avlusunda, kafamı gökyüzüne çevirdiğimde gülümsüyordum çocuk kadar şendim.

Bundan sonra hep böyle.
Her zaman dile dökerek söylemeyecek olsam da; ''beni mutsuz etmenize izin vermeyeceğim ''

Bu yaşam benim, kimsenin dayatmalarıyla kendimi terazilere koyup tartıp bir iyi bir kötü hissetmeyeceğim.
Çünkü terazi, bir gün eksik bir gün fazla tartar.

Neyse, bu dündü.
Bugün bugün.
An içinde akmak, bugün önüme ne gelirse, onu tadını çıkararak yaşamak var.

:)

4 Kasım 2013 Pazartesi

Müsademle bu gece

Ne yazacağımı tam bilmiyorum;
zaten ben hep ne yazacağımı bilmezken yazarım ya neyse..
Reiki meditasyonunu çok severim; canım hocamın billur enerjisi, güzel sesi ve açık gönlüne doğan ilhamla şekillenir; hep çok derin bir şeyleri görürüz, hep sindirmek zaman ister, hayatın içinde açılıp gelişmesi kendiliğindenlik ve sabır ile olur.

Pek sık yapmayız, pek sık olacak bir şey değil; anlatmak da deneyimlemeyene, çok mümkün değil.

Her biri kendi içindeki gayya kuyusuna bir bakmak fırsatı; yoluna dolanan çakılları, dikenleri görme, çözme fırsatı.

Sonuncusu ağır geldi. Çok iyi geldi ama.
Her birimizin en derin yaraları sıyrıldı orada; bakmak, görmek birazcık zordu.
Bir yerde, oturuşumu bozasım, kendimi yere kapaklayasım, hayatımda ilk defa bir çalışmayı yarım bırakasım geldi.

İçimden bir ses 'korkma tamamla' dedi, dinledim.

Sonra güzel çay içtik, sohbet ettik, çok yürüdük, eve geldim vurdum kafayı uyudum erkenden.

Erkenden de kalktım.
İçimde '' bugün hiç temas kurmadan, evimin güveninde kabugumun içinde kalayım '' arzusu vardı, yaptım da akşama kadar.

Akşam yakın bir arkadaşım beraber yürümeyi önerince çıktım yürüdüm çay kahve içtik hala sersemliğim vardı.

Gece çok iyi yattım, huzurla yattım yani, bu ara bana çok iyi gelen bir şey var, varlığına şükran; iyi yattım ama iyi kalkamadım :)

Baş ağrısı, biraz halsizlik, devam eden bel, karın sancısı, çok hafif boğaz batması..

Herkesin yolu yöntemi farklı, ben şifalanırken bazen hastalanırım.
Belki direnç gösterdiğim zaman hastalık tezahür ediyordur.
Bilmiyorum onu şimdi.

Bütün gün yattım ama uyuyamadım, soğuk algınlığı ilacı aldım, mandalinalar, kaşık kaşık narlar yedim, bol bol
zencefilli tarçınlı adaçayı yaptım içtim, limonlu çay, su sıvı aldım durdum.

Akıp gitsin diye bedene bol sıvı vermek iyidir.

Ama pek iyileşemedim, hastayken kendime şifa vermeye üşenirim bazen - o hastalığa kim bilir neden ihtiyacım var, belki sadece hiç bir şey yapmadan yatmaya ihtiyacım var - en sonunda kalktım sıcak bir duş aldım, uzanıp nefesimle beraber şükrettim.
Ne çok şükredecek şey var, bir anda farkettim..
Sonra tataam, birden kendime geldim.

Ne anlatmaya çalıştığımı bilmiyorum, öylesine geliyor durdurmuyor yazıyorum an'da.
Bu uyuşukluk geçecek.
Şifa çok derinden işledi.
Onu biliyorum.
Şu an bu uyuşukluga ihtiyacım var onu da biliyorum.
Mutluyum, huzurluyum.

Alnımı yere koyup bütün varoluşun önünde secde etmek istiyorum.
Bize bu eşsiz deneyimi bahşettiği için.

İnsan olmak çok güzel; güzel işte.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Paşa Gönlü Bilir

Her ilişkide karşınızda başka bir insan var.
Onun da sizden bagımsız umutları,hayalleri,amaçları, ilgi alanları..
Yani siz kendi dünyanızın merkezindesiniz, dünya size göre kendi etrafınızda dönüyor,
ona göre de o kendi dünyasının merkezinde.
Çok güzel.
Yani her yeni insan yeni bir dünya.
Tanımaya çalışmak, alışmaya çalışmak bir nevi keşif ve zevkli.

Bunu unutmamak ve karşınızdaki insanın sizin isteklerinize uymayabileceğini anlamak buna kabul vermek
pratikte çok kolay olmuyor.

Paşa Gönül de yazmışım, yıllar evvel.. Sizin paşa gönlünüz bilir, e karşınızdaki insanların da paşa gönülleri bilir ama :)

Buna kabul vermeyi öğrenmek lazım.
Kendi adıma, 18 yaşımdan beri ''söz yalandır '' derim, icraat önemli.
Sizde beklenti oluşturabilecek, his dünyanızda hareket yaratabilecek sözlere karşı dikkatli olun.
Çünkü söz eninde sonunda yalandır, tutmak zor, beş dakkada değişir bütün işler.
Çok sinirleniyor insan, kendini küçük düşmüş, aşağılanmış, aptal yerine konmuş hissediyor biliyorum.

Böyle durumlarda, '' neşesi bilir '' demeyi de öğrenmek lazım.

Geçen gün bir arkadaşımla bir yere gidecektik, sabahtan kendisi teklif etti, öğleden sonra halledeceğiz.
Saat tam 3 te, yani normalde buluşacağımız saatte, ben o yapacağımız iş için öz hazırlık yapmış, bir buluşmamı erkene çekmiş, birazcık da sıkıntıya girmişken; çat diye telefon açtı ve bana göre gerçekten ipe sapa gelmez bir bahane sundu en sonunda da '' e ben vazgeçtim, gitmiyorum '' dedi .
O an sinirle ''peki, görüşürüz '' dedim ve yüzüne kapadım kızın.

Onun paşa gönlü cayıvermek istedi, benimki de yüzüne kapamak.
Aslında çok normal. İki ayrı hayat var, iki ayrı dünya.

O sabah erkenden benim aklıma o işi düşürmek, bana saat konusunda baskı yapmak vs sonrası sözünü tutması gerektiğini düşünmüyordu.
''e ben vazgeçtim '' ona göre normal bir tavır.

Ben öyle durumlarda ''söz verdim eşlik bari edeyim '' diye düşünen bir insanım.

Etki var tepki var. Ona göre de benim yüzüne kapamam yanlış muhtemelen, bana göre hala değil :)

Neşesi, paşa gönlü bilir. Benim de neşem paşa gönlüm bilir.

Bu bir hemcinsim olmayadabilirdi;
söze gelince bana çok değer veren, eyleme gelince bunu göstermeyen biri de olabilirdi.

Önce öyledir, sonra böyledir.
Senden hoşlanır, yolda başka kız görür aklı ona kayar.
Bir sürü şey mümkündür.

Ona da kabul vermek gerek, neşesi, paşa gönlü bilir :)

Her insan ayrı bir dünya ve kimse bize uymak, kafamızdaki gibi davranmak zorunda değil.

''Aşk olsaydı meşk edecektik, kaza oldu rıza vereceğiz '' de geç.